Cumhurbaşkanı Erdoğan Vilnius’ta NATO zirvesine katıldı ve uzun bir süredir kamuoyunda tartışılan İsveç konusu -en azından şimdilik- kapandı. Türkiye İsveç’in NATO’ya katılıma onay verecek. NATO’ya katılım gibi bazı kararlar oybirliği ile alındığı için geriye Macaristan kalıyor. Macaristan Başbakanı Viktor Orban daha önce Türkiye’nin İsveç’in katılımını onaylaması halinde kendilerinin de onay vereceğini açıklamıştı. 

Erdoğan’ın daha önce tam tersi açıklamalar yapmış olması, onay verileceğinin açıklanmasının oluşturduğu çelişki, Erdoğan’ın “ne karşılığında” onay verdiği tartışmaları devam ederken bir başka başlık çıktı önümüze: Türkiye’nin AB üyeliği.

Onca yıldır AET, Gümrük Birliği, Kopenhag Kriterleri, Maastricht Kriterleri, “Hıristiyan kulübü”, “AB bizi istiyor / istemiyor” tartışmaları hayatımızın bir parçası. Son yıllarda duymaz olmuştuk. Ancak şimdi yeniden gündemimize girmiş bulunuyor.

PEKİ GERÇEKTEN TÜRKİYE AB'YE GİREBİLİR Mİ?

Hikayemiz 1959’da başlıyor. O yıllarda Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) var. Ortak olmak istiyoruz ve bu istek 1963 yılında kabul ediliyor. Hemen ardından işlemesi gereken normal üzreç tam adaylık süreci. Ancak bu aşamaya bir türlü gelinemiyor. Aradan yıllar geçiyor, gelişmeye çalışan Türkiye siyasi istikrarsızlık, ekonomik sıkıntılar, darbelere sahne oluyor.

Nihayet 1987’de AB’ye “tam üyelik” başvurusunda bulunuyoruz. Adaylığımız ne zaman kabul ediliyor biliyor musunuz? 1999’da. Tam üyelik müzakereleri ise 2005’te başlıyor.

AB “Kulübe” alacağı adaylara şartlar sunuyor. Bu şartların her biri “fasıllar” altında toplanıyor. Toplam 35 fasıl var. Bu fasılları tamamlayan ülkeler AB’ye üye olabiliyor.

Ankara ve Brüksel’den yapılan açıklamalara göre Türkiye 2005 yılında bu yolculuğa çıkarken fasılları 2013’te bitirmeyi hedefliyordu. AB yetkilileri ise “acele etmeyin o tarihe kadar yetiştiremezsiniz” diyerek tarih koymak istemiyordu.

Dönemin AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso zaten daha 2006’da açık etmişti: Türkiye 2021’den önce AB’ye üye olamaz. 

2012’de Başbakan Erdoğan yeni bir hedef koydu hem AB hem de Türkiye’nin önüne: 2023’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yıldönümünde AB’ye tam üyelik bekliyoruz. Erdoğan bununla da yetinmedi ve “eğer almazsanız üyelik müzakerelerini sonlandırırız” dedi. Yani burnumuzdan kıl aldırmıyorduk. AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllardı, içeride / dışarıda herkes için balayı dönemiydi ve hayal kurmak / iddialı hedefler ortaya koymak için ortam son derece müsaitti.

Erdoğan o yıllarda sık sık “Kopenhag Kriterleri” diyor, Kopenhag Kriterlerinin “Ankara Kriterleri” olacağını söylüyordu. Bu sözler ile beklenen Türkiye’nin kıskanılan düzeyde demokratik bir ülke haline gelmesiydi.

Peki bütün bu hızlı giriş ve iddialı açıklamalara, hedeflere rağmen neden bugün hala AB ile müzakerelerin yeniden başlamasını konuşuyoruz?

Fasıllar içinde ekonomi, ticaret, çevre, gibi başlıklar altında toplanabileceklerin yanısıra Türkiye ile AB arasında asıl sorunu yaratan bazı başlıkları da içeriyor.

Bunlardan ikisi “Yargı ve Temel Haklar” ile “Adalet, Özgürlük ve Güvenlik” fasılları. Diğerleri de önemsiz değil elbette. Ancak bu ikisi olmazsa olmazlardan ve Türkiye bu başlıklar altında AB’nin kabul edebileceği bir performans sergilemiyor.

Sorunu biraz daha düz anlatacak olursak: terör, terör tanımı, terör örgütleri, yargılama süreçleri, gözaltı, tutukluluk halleri gibi konularda AB’nin yaptığı tanımlamalar ve çizdiği sınırlar ile iktidarın uygulamaları arasında büyük fark var.

İktidar açısından bakıldığında bu gibi konular “Türkiye’nin iç konuları ve iç şartlara göre” tanımlanmalı. Kendi değerlerinin insanlığın mirası evrensel değerler olduğunu savunan AB ise bu “evrensel değerler” üzerinden tanımlama ve uygulama istiyor.

Bunun en basit örneği bir süre önce Kur’an yakma hadisesinde yaşanmıştı. Kutsal, kutsala karşı yapılabilecekler / yapılamayacaklar, protesto hakkı, protestonun ve hakaretin nerede başlayıp nerede bittiği gibi başlıkların her biri bu hadise özelinde bile AB ile Türkiye’nin birbirlerine ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.

Örneğin 14 yaşında bir çocuğun -gerçekten hakaret etmiş olsa bile- cumhurbaşkanına hakaretten hapis cezasına çarptırılmasını Avrupalıya anlatamazsınız. Onlar muhtemelen bu gibi konuları Ortaçağ döneminde tartışıyorlardı.

Hiçbirimiz AB hayranı değiliz. AB’yi oluşturan ülkelerin iç ve dış politikaları ile ilgili görüşlerimizi muhafaza ediyoruz ve bunlar ile mücadelemiz sürecek. Ancak şunu kabul etmek zor değil: Avrupa gelişmiş. Gelişmesinin nedeni bizim yerine getirmemizi istediği kriterleri kendisinin uzun uğraşlar sonucu yerine getirmiş olması.

Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik koşullar, şehirleşme, altyapı, yaşam kalitesi, spor, sanat, sosyal ilişkiler, eğitim, gibi konulara eklenebilecek daha onlarca konuda ne durumda olduğumuz malum. Hatta bugünlerde durum daha da kötüye gider mi kaygısı yaşıyoruz. 

Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım: Böyle bir ülkeyi siz AB’ye alır mıydınız? 

El cevap: Bu halimiz ile asla!

Soru 2: İktidar gerçekten Türkiye’yi AB’ye sokma kaygı ve çabası içinde mi?