Doksanlı yıllar mıydı? Seksenlerin sonu mu yoksa?

Tarık Dursun K., evinde oturmuş çalışıyordu.

(Yok, Moda'ya gelmemişti henüz. Levent'teki o, minyatür bahçeli evindeydi henüz. Sevgili eşi Nermin Kakınç hayattaydı ve kocası çalışırken, kedi adımlarıyla girip çıkıyordu odasına; çayını kahvesini taşıyor, alnında biriken ter boncuklarını ipekli mendiliyle siliyordu sevecenlikle).

Tarık Dursun, Milliyet'ten emekli olmuştu.

Sabahları erken kalkıp öğlen sularına kadar yazılarını yazıyor, sonra kendini dışarı atıp soluğu Cağaloğlu'nda alıyordu.

Yazmak, gündelik ibadet gibiydi onun için.

Yazmadığı günü hemen hiç olmamıştı.

İşte o, olağan çalışma günlerinden birindeydi.

Yazı masasının başında yarı kambur vaziyette makinesinin üstüne kapanmış çalışıyordu.

Telefon çaldı.

Yazmakta olduğu konudan koptu, kalkıp ahizeyi aldı eline.

"Alo.. alo!... Aloo!"

Karşıdan ses gelmiyordu.

Üstat telefonu kapatıp yeniden yazı masasına oturdu.

Çok sürmedi arası.

Telefonun zırıltılı sesi yeniden odada yankılandı.

Yeniden konusundan koptu üstat...

Telefonun ucundaki sessizlik sürüyordu.

Sıkıntıyla bir kez daha yazısına döndü.

Gelgelelim telefonun sesi rahat vermiyordu!

Kimdi arayan?

Neden konuşmuyordu?

Kestiremiyordu...

Telefon makinesinin bir arızası da yoktu...

On beş dakika içinde belki on kez yinelendi meçhul arayışlar.

"Kimsin yahu?" diye çıkıştı sonunda!

O sakin adam, sonunda sinirlenmişti.

Telefonun öteki ucunda muzip ve tanıdık bir ses:

"Adama bir rahat bile vermiyorlar..." diye bilinen makamla konuştu.

Komşusu Ferhan Şensoy'un sesiydi bu!

Tarık Dursun K.'nın çalışma odasını, kendi evinin salonundan görüyordu.

O sabah, komşusuna oyun oynamak gelmişti içinden...