Ünlü iki edebiyat adamı, ünlü iki asker...
Onları bir arada gösteren ender bir fotoğraf.
Hep böyle samimi, birbirlerine karşı sıcak duygular mı beslerlerdi?
Aziz Nesin'i bilemem; ama Fazıl Hüsnü'nün -nedense- ona karşı pek sevgi duymadığını kendi sözlerinden biliyorum.
Vaktiyle, Sovyet Yazarlar Birliği'nin çağrılısı olarak birlikte Rusya'ya giderler.
Bu değerli iki Türk edebiyatçısının onuruna bir akşam yemeği verilir.
Âdet üzere, onurlarına yemek verilen kişilerden birer konuşma yapmaları istenir.
Dağlarca; "Önce Aziz Nesin konuşsun" önerisinde bulunur.
Aziz Bey kendinden emin, öneriyi kabul eder ve ayağa kalkıp bir konuşma yapar.
Sıra Dağlarca'ya geldiğinde yerinden kalkmaz.
Oturduğu yerden konuşur.
Ve konuşmasına şöyle başlar:
"Cüceler ayakta konuşur. Ben cüce olmadığım için oturduğum yerden konuşacağım."
Bunu anlatırken, yaptığı hınzırlığın keyfini hâlâ yaşıyordu.
İKİNCİ YAZI
ACI ELMA
Takvimler 1938 yılını gösterdiğinde, Mersin'in Aslanköy'ünde dünyaya gözlerini açmış ve bütün çocukluğunda toprağa çıplak ayakla basmıştı.
Ailesi Yörüktü. Kızlı, erkekli çok sayıda kardeşleri vardı ve o, en küçükleriydi...
Sofradaki yeri ağabeylerinden sonraydı.
Yemek yedikleri kaşığı önce ağabeyleri kullanır, en sonunda sıra kendisine gelirdi.
Aslanköy, bir Yörük köyüydü, evet.
En önemli geçim kaynakları koyun ve keçilerden sağdıkları süttü.
Çocukların en önemli işiyse davarları otlatmaktı.
Oğlak ve kuzuları yayılmaya götürürken, ayakları hep çıplak olurdu.
Bu zamanda yere basmaz da sanki, anasının yüreğine basardı küçücük ayaklarını.
Annesi onu sık sık uyarır, dikkatli olmasını isterdi.
Yerlerde bıçak gibi keskin taşlar olurdu bazen.
Bazen boz renkli bir yılan kıvrılmış yatardı otların arasında.
Bilmeden üstüne basanı anında ısırır, ağulardı boz yılan.
Anası, doğayı avucunun içi gibi tanır, hangi bitkinin yenileceğini, hangisinin yenilmeyeceğini iyi bilirdi.
Şairin dediği gibi, topraktan öğrenip kitapsız bilen, su katılmamış bir Anadolu kadınıydı o.
Bir gün eve, heybesine doldurduğu kara tohumlarla gelmişti kadın.
Çocuklarının şaşkın bakışları arasında heybesini boşalttı.
"Bu neye yarar, neden getirdin?" diye sorduklarında;
"Bu tohumdur oğul!" diye açıkladı.
"Ne işimize yarayacak?"
"Tohum toprağını ister!" dedi bilgece. "Onları ekeceğiz, ağaç olacak..."
Toprağı kazımış, tohumu toprağın bağrına ekmişti.
Önce fidanlar, sonra bir sıra ağaç yetişmişti orada.
Bahar gelince ağaçlar coşuyor, dallarını pembe çiçekler bürüyordu.
Ne var ki elmalar, yenilir türden değildi.
Diş kesmez ölçüde sert, yenilmez derece acıydı bu meyveler.
Çocuğun ağabeyi, yabani elma ağaçlarını tek tek aşıladı.
Bu kez elmaların tadı ballandı.
Yaz geldiğinde ağaçların dallarını al al elmalar dolduruyordu şimdi.
Lezzeti şekerden tatlı, yiyimi gevrek...
Dişinizi vurunca ağzınıza tat yayılıyordu.
Bu elmaların albenisi, başka köylüleri de şevklendirdi: Herkes kendi toprağında aşılı elma yetiştirmeye başladı; Aslanköy için bir geçim kaynağı yaratılmış oldu.
O, evin en küçüğü olan ayakları çıplak çocuk da elma ağaçlarıyla birlikte büyüdü.
Köy muhtarının önerisiyle, babası onu Dicle Köy Enstitüsü'ne yazdırdı.
Yabani koşullar içinde büyümüş olan çocuk, yazıldığı Köy Enstitüsü'nde aşılandı!
Dal budak yapraklar, çiçekler açtı, meyveler verdi.
Gün geldi, o meyveler kitaplara sığmaz oldu!
Çocuğun adı Osman Şahin'di.