Yetmişli yıllarda Şehzadebaşı'na yolu düşenler, burada Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın kitapçı dükkânını mutlaka görmüştür. 
Adı, "KİTAP Kitabevi" idi. 
Ünlü Hasanpaşa Fırını'nın elli metre ilerisinde.
Dağlarca, bu rafları toz içindeki dükkânda kitap satışı filan yapmıyordu artık. 

Köşe Yazısı-3
Yine de her gün düzenli olarak gelip açıyor, içeride kâh gazete okuyor, şiir yazıyor, kâh ziyaretine gelen edebiyatçılarla tavla oynuyordu. 
Dükkânın bir işlevi de, üstadın posta adresi olmasıydı. Mektupları buraya geliyordu.
Şiir yazıyorsa, rahatsız edilmemek için, kapıyı içeriden kilitliyordu.
Bir gün üstadı ziyarete gelen genç bir şair (o yıllarda gençti tabii) kendisini en çok etkilemiş olan, en tutkunu olduğu şairi sordu.

Dağlarca
Dağlarca, iri iri açtığı gözlerini genç adamın üzerine çevirdi; kurnazca, sorunun yönünü değiştirdi:
"Senin en beğendiğin şair kim?" diye sordu ona. 
Alacağı yanıta göre davranacaktı belki de...
Genç şair, hemen yanıtını yapıştırdı: "Nâzım Hikmet!"
Bunu derken, üstadın da kendiyle aynı görüşte olduğundan kuşku etmiyordu.
Ama Dağlarca aynı görüşte değildi; elini, "geç bir kalem" der gibi salladı.

Necati Güngör Köşe
Genç şair, Nâzım'ın hafife alınması karşısında şaşırmıştı, ne diyeceğini bilemeden kaldı öyle.
Dağlarca: "Benim için büyük olan bir tek şair var: O da Yunus!" diye sürdürdü:
"Yunus'un üstüne şair bilmem..."
Genç şair hâlâ taaccüp içinde, şaka yapıp yapmadığından emin olamadan üstadın yüzünü inceliyordu: 
İnanamıyordu Nâzım'ın hakkının yenildiğine...

Yunus Emre-8
İKİNCİ YAZI
SAVAŞ YILLARI ÇOCUKLARINDANDI

Çocukluğu, İkinci Dünya Savaşı'na denk gelen kuşaktandı (Doğumu, 1936). 
Ekmeği fırından karneyle alabiliyordu insanlar. 


İstanbul'un mütevazı bir semtinde, bahçeli bir evde oturuyorlardı. 
Mahallenin haylaz çocuklarından uzakta, meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçe içinde, kardeşi Kıvanç'la birlikte oyunlar icat ederek büyüyorlardı. 
Bir keresinde sokakta para bulmuş; bu yüzden babasından azar işitmişti. 
Babalarının anlayışına göre bu, başkasına ait bir paraya el sürmekti. 


Erdem, başkasının malına el sürmemekti... 
Bu düşünceyi aklının bir köşesine iri harflerle yazmıştı. İlkokulda okurken, yoksul öğrencileri giydirmek amacıyla, okul yönetimi, öteki çocuklardan para topluyordu. 
Herkes gücüne göre, her ay beş on kuruş getirecekti.
Öğretmeni ondan elli kuruş istemişti. 
Parayı babasından aldı, öğretmenine götürdü. 
Ancak ikinci ay o parayı veremedi adam... 
Üç ay sonra yüz elli kuruş olarak birikmişti borçları. 
Öğretmeni sıkıştırıyordu çocuğu. 
Babası vermiyordu... 
Günde beş kuruş harçlık veriliyordu kendisine. 
Giderek katlanan borcu karşılamazdı. 
Çocuk aklıyla düşündü taşındı, kendince bir çözüm buldu.
Başkasının cüzdanına el atacaktı! 
Bir gece gizlice babasının cüzdanından aldı yüz elli kuruşu, öğretmenine götürdü. 
Borcunu kapattı. 


Babası, cüzdanından eksilen parayı fark etmiş, ancak hangi çocuğunun almış olabileceğini kestiremiyordu. 
Annesi bir sabah bir soru yöneltti çocuklarına: 
"Yüz elli kuruşunuz olsa ne yapardınız?" 
Onun aklında yalnızca kitap alıp okumak olduğu için; "Tarzan ve Altın Aslan kitabını alırdım" dedi. 


Annesi, kocasına döndü bu kez: "Çocuklardan boşuna kuşkulanıyorsun!" dedi; "Parası olsaydı, kitap alırdı" 
Bu olay o gün kapandı, zamanla unutuldu. 
Ama çocuktaki kitap okuma tutkusu hiç kapanmadı. 
O, kitap izini sürerek bir edebiyat araştırmacı ve eleştirmen oldu. 
Çocuğun adı, Konur Ertop'tu.