“Şimdilerde böyle gazeteci ve gazetecilik var mı derseniz” yok! Tayyip reisle birlikte ne gazete ne de gazeteci kaldı piyasada çocuklar… Ama bu günler de mutlaka geçecek… Emin olun gazeteciliğin özgürce icra edileceği günler yine gelecek. Özetle: enseyi karartmayın!

Yıl 2001…

Uzun bir işsizlik döneminin ardından Milliyet Gazetesi’nde işe başlamıştım. Kent muhabiri olarak kelimenin tam anlamıyla her işe ölümüne sarılıyordum. Aynı yılın Aralık ayıydı. Kâğıthane Belediyesi’nde komik olaylar birbirini izliyordu. Dönemin Refah Partili Belediye Başkanı Arif Calban ilçede kendini adeta sultan ilan etmişti …

Stadyumun ve caddenin birine kendi adını vermesiyle dikkatimizi çekmiş, yine belediye bütçesiyle yaptırdığı kültür tesisine kendi adını vermiş ve açılışa eski başbakanlardan merhum Necmettin Erbakan’a yaptırma hazırlığındaydı. Açılış için basılan ve tüm toplu ulaşım araçlarına Erbakanlı posterler astırdığı bilgisi gazeteye ulaştığında görev bana pas edilmişti.

Görevi tevdi eden ve “git o posterli araçları fotoğraflarını çek” diyen müdürümüz, tüfeksiz Kızılordu askerlerini Naziler’e karşı süngü hücumuna kaldırmasıyla ünlü “Zalim Jukov” lakaplı SSCB Genel Kurmay Başkanı Gergi Jukov’la yarışacak çaptaydı.

İş basitti aslında…Öyle ya ilçeye uğrayan tüm minibüs ve otobüslerde bu posterin asılı olduğu bilgisi gelmişti… “Yakalar birini nasıl olsa…Çekeriz üç-beş kare fotoğraf döneriz servise” mallığıyla yola düştüm…
Kısa sürede Kâğıthane caddelerinde posterli araçları aramaya başladım. Olacak iş değildi! Bir tane dahi posterli araç yok!

Nasıl olurdu bu?

Merkeze dönüp bunu Jukov’a söylesem beni ne yapardı???

Çaresiz turlarım sırasında bir İETT garajı gözüme çarptı… Ama kapı kapalı ve haliyle kapıda bekçi vardı. Gidip kardeşçe “Şuradan bir fotoğraf çekeyim baba” desem asla izin vermezdi. Kapıyı keserken, birden demir kapı bir aracı içeri almak için açıldı. Şoförüme “bas bas gaza bas dal içeri” dememle birlikte yıldırım gibi garajın içene daldık… Bekçi arkamızdan koşuyor. Umurumda değil… “Posterim de posterim” diyerek garajın içinde dört dönüyorum.
İETT araçlarının birinde bile poster yok!
Evyah ki eyvah!
Çaresiz çıkışa yöneldik.

Bekçi, tüm suratsızlığıyla kapıda bizi bekliyor. Adeta burnundan soluyarak, “Kardeşim delirdin mi?” sorusuyla aracımızı durdurdu. Üç maymuna yatmanın sırasıydı… “Vallahi özür dileriz kardeş. Biz burayı yol sandık!” ucuzluk kokan yalanımla bekçiyi sakinleştirdikten sonra acılarımla baş başa kalakaldım.
Şimdi ne yapacaktım?
Posterli araçları bulamamıştım…
Tek çare belediyeye gidip posterlerin yerini sormaktı…

Çaresizdim! Bu aptallığı yapmaktan başka bir yol aklıma gelmiyordu. “Yürüyen ahmak oturan akıllıdan iyidir” misali belediyenin kapısına dayandım. Düşmanın en zayıf yeri en kuvvetli sandığı yeridir” misali doğrudan belediye başkanının özel kalemine hücum ettim. Başkan yoktu, ancak gelecekti… Neyse,
başkan bir süre sonra geldi. Başkan Arif Calban’dan posteri doğrudan istesem ürkecek.
Ürkütmeden bunu nasıl başarabilirdim… Direkt icraata geçmek yerine “ön sevişmeyle” taarruza geçtim. “Başkan bizimkiler takmış Erbakanlı postere… Yok efendim belediye parasıyla yasaklı bir siyasinin propagandası yapılıyormuş, yok efendim bu suçmuymuş… Yahu bu adam 54. Hükümetin başbakanı. Bu nasıl bir kindir, demokratlıktır başkanım!”
Baktım Başkan Calban rahatlıyor, yumuş hale geliyor… Saldırı için işte müsait an diyerek, “Başkanım neymiş şu poster? Görebilir miyim?” diyerek taarruzu geçtim. Başkan makamındaki koltuktan yavaş hareketlerle kalkarak küçük bir odaya geçti. Ve elinde posterle içeri girdi. İşte o poster karşımdaydı…Dünyalar benimdi…Ama bu yeterli değildi ve o posterin fotoğrafına ihtiyaç vardı…
Tüm alçak gönüllüğümle, “Başkanım bir fotoğrafını çekebilir miyim?” diyerek söze girdim…
“Neden olmasın!?” demez mi?

“Başkanım bu zihniyete meydan okur gibi bir fotoğrafla cevap verelim. Posteri bana gösterir misiniz?”
Bu isteğimi de kabul etmez mi?
Makineyi kaptığım gibi, “Şöyle tutun başkanım, dik çekeyim, geniş çekeyim… Öyle olmadı böyle…” diyerek ardı ardına deklanşöre basıyordum. Eski Pepsi reklamındaki mutlu Maymunlara dönmüştüm…
Fikrini değiştirir korkusuyla hızla makamdan çıktım…
Şimşek hızıyla Milliyet’in yolunu tuttum… Servise geçer geçmez Zalim Jukov karşımda belirivermişti…
N’oldu fotoğraf?
-Otobüs ve minibüslerde poster yoktu…
-Ne demek yoktu!

“Başkanı, elinde posterle fotoğrafını çektim!”
Jukov’un birden gözleri parladı ve yazıişleri odasına yöneldi…
Hızla haberi yazdım ve sistemden Müdür Yardımcısı İhsan Yılmaz’a attım…
Haber mi?
Manşet oldu…
Onca stresli saatten sonra manşetlik haber yapmaktan mutlu oldum mu?
Hayır!

Siz boşuna mı gazeteciler alkol ve sigara müptelası sanıyorsunuz?

“Şimdilerde böyle gazeteci ve gazetecilik var mı derseniz” yok! Tayyip reisle birlikte ne gazete ne de gazeteci kaldı piyasada çocuklar… Ama bu günler de mutlaka geçecek… Emin olun gazeteciliğin özgürce icra edileceği günler yine gelecek. Özetli; enseyi karartmayın!
Efsane İtalyan yönetmen Sergio Leone’nin sinema filmi yapmayı tanımlaması gibi bir şey şu gazetecilik: “Film çekmek iğrenç bir iş…Ama çekmiş olmak harika!”

calban son