Ferdi Tayfur, şöhret ismi… Gerçek ismi: Turan Bayburt…

Adana’nın pamuk tarlalarından, sadece yüzü değil yüreği de yanık delikanlılarından birisi olarak bütün Türkiye’nin tanıdığı bir büyük şöhret yakaladı…

Denir ki, Ferdi Tayfur’un yakaladığı şöhreti ve (kaset satışları, film izlenme sayıları) tirajı Türkiye’de kimse yakalayamadı…

70’lerde açıkhava sinemalarında insanlar sinema alanlarını hınca hınç doldurmuşlar, ellerinde mendillerle, gözyaşlarıyla, büyük bir hayranlıkla Ferdi Tayfur filmlerini izlemişlerdi…

Ferdi Tayfur’un şöhreti 80’lerde ve 90’larda da devam etti.

Albümleri milyonlar sattı, 200 binin üzerinde insanın katıldığı Gülhane Konseri ise başı başına bir efsane idi.

Sonrasında yaptığı albümler de yüksek satış rakamlarına ulaştı.

Kısacası Ferdi Tayfur ismi hep gündemdeydi, eski albümleri defalarca yeni baskılar yaparak piyasada alıcı bulmuştur.

Arabesk müzik yayınlayan radyo kanalları daimi olarak eski yeni parçalarını yayınladılar.

Sadece ömrünün sonuna kadar değil, ömrüyle sınırlı olmayan bir şöhret yakaladı Ferdi Tayfur…

Kuşkusuz, vefatından sonra da bu şöhret devam edecektir…

Zannımca birkaç kuşak daha etkisi devam edecektir…

ARABESK OLGUSU

60’ların sonlarında başlayan köyden kente göç olgusuyla beraber Türkiye’de arabesk müzik tarzı büyük bir patlama yaşadı.

70’lerde ve 80’lerde arabesk bütün Türkiye’ye damgasını vuran bir furyaydı.

Çocukluğumun geçtiği yıllaradır bu yıllar ve çok yakından bilirim bu furyanın toplumdaki izdüşümlerini…

Dolmuşlarda, minibüslerde özel araçlarda bulunan kasetçalarlarda Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay, Hakkı Bulut, Cavit Karabey, Küçük Emrah, Tüdanya, Mine Koşan, Küçük Ceylan, Neşe Karaböcek, Gülden Karaböcek, Hüseyin Altın albümleri dinlenirdi…

Evlerde de benzer bir durum söz konusuydu. İnsanlar evlerinde sevdikleri sanatçıların albümlerinin koleksiyonlarını bulundururlardı. Hala bu koleksiyonlara sahip insanlar büyük bir titizlikle bunları saklıyorlar ve gelecek nesillere aktarıyorlar…

Ben plakların popüler olduğu dönemde henüz çok küçüktüm. Kaset dönemi çocuğu ve genci olarak büyüdüm. Ancak rahmetli dedemin sandığında dayılarımdan ve teyzelerimden kalan çok sayıda plakla henüz çok küçük bir yaşta tanışma fırsatım oldu. Çocuk aklı, tabi onların kıymetini bilecek yaşta olmadığımızdan o plakları bir bir frizbi olarak bağa bahçeye fırlatmak gibi bir yaramazlığımız oldu…

Çocukluğumdan aklımda kalan en bariz arabesk hatırası, Müslüm Gürses’in “gökyüzü karanlık matem var sanki” şarkısıdır. Komşumuzun oğulları Fikri ve Hüseyin abiler bu kaseti evirip çevirip dinlerlerdi…

Ben de, ara ara hastalık sebebiyle sık sık gurbete gidip gelen anne baba ve kardeşimin özlemiyle bu şarkıları dinler çocuk yaşta içlenirdim kendi kendime…

Bir de Müslüm Gürses’in aynı albümde şöyle bir şarkısı vardı: “Anam yok babam yok yalnızlık korkusu çöktü üstüme…” Oturduğumuz mahalleyi ikiye bölen yolun kenarına çöküp anne babamı, kardeşimi beklerdim bu şarkı eşliğinde. İçim de burkulurdu doğrusu…

Bir başka anım da, henüz 5-6 yaşlarında iken komşumuzun oğluyla birlikte dinlediğimiz “İnsanlar” ya da “Kara Zindan” albümü… İbrahim Tatlıses çok meşhurdu o yıllarda.

Evirip çevirip dinlerdik o şarkıları… Sonra İstanbul’da oturan teyzemin teybinde çalan yine bir Tatlıses albümü olan “Gülüm Benim”… Bunları iyi hatırlıyorum…

Bir de köyümüze çıkan minibüslerin torpidolarında kaset koymak için yerler olur buralar muhakkak bir peluşla örtülürdü. Üzerleri kaset dolu olurdu.

Minibüs yol aldıkça bir taraftan aynaya asılan örme kuşlar sağa sola sallanır diğer taraftan pelüş üzerindeki kasetler tıkır tıkır ses çıkarır, aracın teybinde ise muhakkak güncel bir arabesk albüm çalardı.

Genç kızlar ve genç erkekler minibüsün buğulu camlarından dışarıya doğru garip garip bakar iç geçirirlerdi bu şarkılar eşliğinde…

Herkesin bir yarası vardı belli ki…

Bu yaralara ise arabesk dediğimiz müzik türü bir pansuman olarak uygulanıyordu sanki…

DERTLİ ANADOLU İNSANININ MÜZİĞİ OLARAK ARABESK

Arabesk müzik o yıllarda insanların kendi lisanlarında dillendiremedikleri gizli-aşikar yaraların, problemlerin meşhur şarkıcılar ağzıyla açığa çıkmasıydı.

Kimi aşık olmuş, sevdiğine çeşitli sebeplerden ötürü kavuşamamış, kimisi gurbete çıkmış, sıla özlemi içinde, kimisi oğlunu askere göndermiş asker yolu gözlüyor, kimisi yoksulluk çekiyor, hayatın yükü altında eziliyor…

Kimisi evlenmiş daha sonra eşinden boşanmış, kimisi bir başka kadına aşık olmuş, gizli yarası var…. Kimisi İstanbul’a, Almanya’ya göçmüş ekonomik şartlar yüzünden… Daha fazla kazanç, daha fazla iş imkanı vs. sebeplerden ötürü… Kimisi köyünde ana babasını, kimisi yavuklusunu bırakmış geride…

Özellikle köyden kente göç olgusu Türkiye’de arabesk müziğin patlamasına vesile oldu. Kentlerin çeperlerine yerleşen ve gecekondularda yaşayan insanlar, ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan kentlerin eski ve varlıklı sakinleri nezdinde, dışlanan, ötekileştirilen, hor görülen, eğitimsiz ve cahil olarak damgalanan insanlar güruhu olarak kaldılar uzunca bir süre…

Türkiye’de kentleşme ne yazık ki ölçüsüz ve adil olmayan bir şekilde ortaya çıktı. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirler sanayi, ticaret, kültür ve eğitim bakımından cazip şehirler olarak günden güne kalabalıklaşırken Anadolu’daki şehirler aynı cazibeye sahip olacak koşulları yaratamadılar.

Kısacası her bir şehrimiz eğitim, istihdam, sağlık ve kültür bakımından daha yüksek standartlara yükseltilseydi ya da insanlar kendi toprağında doyacak gelire sahip olabilselerdi, belki göç olgusu bu kadar belirgin hale gelmeyecekti.

Özellikle İstanbul çok büyük oranda göç aldı. İşçi ve işportacı statüsünde İstanbul’a göç eden insanlar doğal olarak şehirde tutunmanın şehirde var olmanın mücadelesini verdiler. Bu mücadele daha çok sosyal ve ekonomik statü sorunu olarak çıktı karşımıza…

Buradaki sosyal çatışmaları asgariye indirecek adil bir ekonomik sistem kurulamadığı için insanlar yalnızlık, çaresizlik, sıla özlemi, yoksulluk, cehalet gibi problemlerle yüzleşmeye başladılar. Gecekondu hayatı o yıllarda şehrin merkezi bölgeleriyle kıyaslanmayacak şekilde kötü durumdaydı.

İşte arabesk o yıllarda dışlanmış, ötekileştirilmiş, yoksul işçi kesiminin acılarına, yaralarına temas eden, o insanları devlete, mevcut siyasal ve iktisadi düzene karşı isyandan alıkoyan teskin edici bir ilaç gibi çıktı ortaya…

ARABESK BÜYÜK SOSYAL PATLAMALARI ENGELLEDİ

Aslında arabesk muhtemel bir sosyal patlamanın engelleyici gücü olarak yükseldi.  İnsanlar öfkelerini, acılarını, isyanlarını şarkılarla teskin ettiler, içlerine gömdüler… Tersi olsaydı, insanların kentleri yakıp yıkmaları, terörize olmaları belki de kaçınılmazdı…

Çünkü gelir adaletsizliği, sosyal uyum problemleri, yoksulluk,  eğitimsizlik, kamu hizmetlerinden adil şekilde yararlanamama sorunu insanları adeta çileden çıkaracak hale gelmişti.

Mesela sıradan bir işçi bir SGK hastanesinde, tedavi olmak için saatlerce sıra beklerken, memurlar devlet hastanelerine rahatça gidebiliyor ve sağlık imkanlarından daha iyi şartlarda yararlanabiliyorlardı.

Patron ve kalantör kesimi zaten özel hastanelerde parasal güçleriyle orantılı olarak rahatça sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyorlardı.

Gecekondu bölgelerinde yaşayan insanlar çocuklarını tabii olarak seçkin okullara, iyi liselere gönderemiyorlardı. O bölgelerde inşa edilmiş okullarda eğitim öğretim görüyorlardı. 

Ekonomik açıdan belli standardın altında olan aileler çocuklarını okutmak yerine eve gelir getirmesi beklenen bir iş gücü olarak görüyorlardı. Şehirde tutunmak ve ayakta kalmak ancak çalışmakla mümkündü. Ne kadar çok insan çalışırsa haneye o kadar fazla gelir girer, dolayısıyla ekonomik durum daha kolay düzeltilebilirdi.

Tekstil atölyelerinden, fabrikalardan yükselen arabesk şarkılar işte bu insanlar için teskin edici bir ilaç olarak devreye girdi. Mevcut siyasal ve ekonomik düzene isyan etme potansiyeli olan insanlar arabeskle teskin edildiler…

Fabrika patronları, banka patronları, sermaye baronları pastadan en büyük payı alırken, çalışan-işçi düzeyindeki geniş kalabalıklar asgari geçim düzeyinin altında ya da bir tık üzerinde gelir skalasına mahkûm ediliyordu…

Şimdi o fabrikada çalışan gariban işçi patronun kızına aşık olduğunda aradaki ekonomik ve sosyal mesafenin bir sonucu olarak iki aşığın bir araya gelmesi elbette zor olacaktı. Orhan Gencebay’ın “baban maaşıma harçlık diyormuş, anan on binlerce başlık diyormuş” şarkısı nereden doğdu zannediyoruz?

İşte ferdi Tayfur şarkıları, Müslüm Gürses şarkıları, Gencebay şarkıları bu sosyal ve ekonomik bunalımlardan doğdu. Gencebay’ın “Batsın Bu Dünya”sı ve benzeri şarkıları, 12 Eylül öncesi siyasal zeminin ürettiği çatışma ortamına bir cevap olarak yazılmıştır.

Ferdi Tayfur’un gurbetçileri en çok etkileyen şarkıları, özellikle Avrupa’da yaşayan gurbetçilerimizin yaşadıkları sıkıntıların şarkılar yoluyla dile getirilmesi şüphesiz bir tesadüf değildir.

Köyünde başlık parası yüzünden sevdiği kızı alamayan genç bu parayı biriktirmek için ya İstanbul’a ya Almanya’ya gidecek… Sıla özlemi var, ana baba özlemi var, yavukluya duyulan özlem  ise cabası…

MOZART’I KAÇ KİŞİ DİNLİYOR?

E bu adam Mozart dinleyerek yaralarını saramaz… Tabii ki Ferdi Tayfur şarkılarıyla kendisini teskin edecek…

Burada arabesk müziği aşağılamak ya da göklere çıkarmak değil derdim. Elden geldiğince bir sosyolojik analiz yapmaya gayret ediyorum.

Mesela insanlar arabesk müzik dinleyerek dışarıya yansıtmak durumunda oldukları isyanı, adına felek denilen ve sık sık şarkılarda yerini alan bir mecraya yansıtarak teselli buldular.

Bu, bir miktar kaderciliği, içinde bulunduğu duruma rıza göstermeyi ön plana çıkardıysa da büyük sosyal patlamaların da önünü almak bakımından işe yaradı.

Diğer yandan tersi de olmadı değil. Mesela mevcut yaşam koşullarına isyan ederek terör örgütlerinin tuzaklarına düşen, uyuşturucu ve alkol bataklığına saplanan insanlar da olmadı değil.

Arabesk filmlerde işi gücü rast gitmeyen, sevdiğini alamadığı için aşk acısı çeken insanların ilk durağı nedense hep meyhaneler oldu… Kadere ve Allah’a isyan nedense arabesk şarkı ve filmlerde nedense çoğu zaman başköşeye oturuverdi… Burada bir istismarın ve bilinçli yönlendirmenin olduğunu iddia edebiliriz.

Acılarını, inançlarına, geleneklerine yaslanarak çözebilen Anadolu insanına meyhaneler bir teselli adresi olarak gösterildi…

Mesele ekonomik ve sosyal eşitsizlik meselesi ise insanların şarkılar yoluyla Allah’a ve kadere isyan noktasına getirilmesi toplumun inançlarının suiistimal edilmesiyle yakından ilişkilidir.

Bu istismar şöyle gerçekleşiyor. Kardeşim sen ne yaparsan yap bu adaletsiz düzen asla değişmez. Patronlar, baronlar işini gemisini yüzdürür. Sen mevcut düzene isyan edeceğine bunu bir kader olarak gör, kaderine rıza göster, otur oturduğun yerde! İsyan edeceksen de bu düzeni işletenlere isyan etme, kaderine isyan et! Git meyhaneye iki kadeh devir isyanlarını, hırsını rakı şişlerinden çıkar.

Arabesk filmlerde çokça izlediğimiz sahnelerdir bunlar! Ben burada yazılan senaryolarda bir hinlik olduğunu düşünmüşümdür hep!

YOKSULLUK, EZİLMİŞLİK KADER Mİ?

Şimdi baktığınızda bu toplumun inanç temelini oluşturan İslam, yoksulluğu, ezilmişliği, derbederliği, içinde bulunduğu duruma her şartta rızayı mı emrediyor?

Tabii ki şükür ve rıza makamı vardır İslami literatürde. Ancak İslam zulmü hoş görmez, İslam birileri bolca kesesini doldururken geri kalanın canı çıksın demez, İslam adaletsizliği emretmez. İşçinin, emeğin, alın terinin yanındadır. İnsana çalışmayı ve helal yoldan kazanmayı, umutsuzluğa düşmemeyi emreder. İçinde bulunduğu duruma rıza gösterip yerinde saymayı, kuru tevekküle sarılmayı, derbederliği, kötümserliği emretmez!

Allah insanlar arasında adaletin, merhametin hâkim olmasını ister! İşte tam da bu noktada birileri kurdukları kirli düzenin devamı için insanları teskin edecek her yolu denediler. Baronlar bana isyan edeceğine git Allah’ına, kaderine isyan et demeyi öğütlerdiler uzunca bir zaman… Belki de hala öyle…

Eğer arabesk müzik böyle bir rezalete alet edilmişse bunu hiçbirimiz onaylamayız sanırım. Hangi dünya görüşünden olursak olalım. Bunu takdirle karşılamayız!

Kapitalist düzenin ürettiği eşitsizlikler karşısında suçu kaderde aramak aptallıktır. İslam kuru tevekkülü yasaklar. Burada suçlu olan dinin kendisi değil kapitalist düzenin ayakta kalmasını ve her türlü melanetin yükselmesini sağlayanlardır!

Peki yerine ne koyuyorsun diyecek olanlara sosyalist/komünist bir düzenden yana da olmadığımı peşinen ifade edeyim.

TAYFUR’UN CENAZESİNDE KİMLER YOKTU?

Ferdi Tayfur’un cenazesine kimler gelmedi bir bakın! Ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Mesela iş dünyasından kaç kişi vardı? Ferdi Tayfur’un hayran kitlesine patronluk eden kaç isim gördünüz cenazede?

İşte o patronlar kurulu düzenin devamı için ellerini ovuştura ovuştura, “aman bunlar arabeskle- marabeskle teskin olsunlar da yakamıza yapışmasınlar” dediler yıllarca… Gitsinler kaderlerine isyan etsinler de aman bize bulaşmasınlar dediler…  Bu yüzden bir tanesini Ferdi Tayfur’un cenazesinde göremediniz, göremezsiniz, göremeyeceksiniz de…

Ferdi Tayfur’un cenazesine gelmeyen başka bir güruh da memleketin yüksek kültür tabakasını oluşturduğunu düşünen monşer takımıdır. Onlar arabeski alt kültür tabakasının bir zevksizliği olarak görürler. Arabesk onlara göre bir müzik türü bile değildir. Cahil halk tabakasının, gecekondu kesiminin müziğidir.

Ancak göremedikleri bir şey var. Müslüm Gürses’in cenazesine, Ferdi Tayfur’un cenazesine binlerce insan akın etti. Kendi takımlarından bir sanatçı vefat ettiğinde ise cenaze Teşvikiye Camii’nden kalkar, cenazeye gelen on beş yirmi kişi dışında kimseyi göremezsiniz.

Çünkü halk onlara itibar etmez. Kendisinden gördüğü, bildiği insanlara yaklaşır, itibar eder. Eğer bu toplumda Ferdi Tayfur konserleri yüzbinlerle dolmuşsa Ferdi Tayfur kendisini takip edenlerle aynı dili konuştuğu içindir. Halk çocuğudur bu insanlar neticede. Tarlada takında marabalık yapmış, işçi olmanın emekçi olmanın ne demek olduğunu tatmış, çocuklukları, gençlikleri kimi sıkıntılarla, ızdıraplarla geçmiş insanlardır.

ANADOLU İNSANIYLA AYNI DİLDEN KONUŞTULAR

Yukarıda saydığım suiistimaller noktasında bu sanatçıların ne kadar dahli söz konusudur? Bilemiyorum. Ancak Anadolu insanının dilinden anladıkları için bu noktalara gelebildiler. Halkın içinden çıkarak halkın müzikal eğilimlerini yakalayabildikleri için bu noktalara gelebildiler. Neticede arabesk dediğimiz şey, müzikal anlamda Arap ezgilerinden etkilenmeyi çağrıştırıyorsa da esasında Türk Halk Müziği ile Türk Sanat Müziğinin, başka bir forma bürünerek icrasıdır.

Ferdi Tayfur’un Çeşme’si dinlendiğinde bu şarkının aslında Türk Halk Müziği tınılarıyla Türk Sanat Müziği tınılarını çağrıştırdığı görülür. Halk, bu tınıları duygularına eşlik ettiği için, hissiyatına yakın bulduğu için baş tacı etmiştir. Sen bu duygu ve hissiyat içindeki adama, sırf kültür seviyesi dayatmak için zorla Mozart dinletemezsin kardeşim.

Yani Türkiye’de böyle de bir hastalık var. Yukarıdan kültür dayatma, zorla Batılılaştırma hastalığı. Arabesk aslında biraz da buna bir itiraz olarak doğmuştur. Arabeskin mevcut düzene rıza üretme fonksiyonu bu noktada gündem dışı tutulursa aslında arabesk seçkin-elit olarak nitelendirilen sözüm ona yüksek kültür tabakasına bir isyan olarak da ortaya çıkmıştır.

İşte Ferdi Tayfur da bu isyan hareketinin önemli temsilcilerinden birisiydi. Müslüm Gürses ve Orhan Gencebay örneğinde olduğu gibi…

TRT ARABESKE NEDEN YASAK KOYDU?

Mesela eski dönemlerin TRT’si neden yıllarca arabesk müziğe ambargo koydu?

Cumhuriyet’in ilk yıllarında türkülere, Türk müziğine hangi gerekçelerle ambargo konulduysa o yıllarda arabeske de aynı gerekçelerle ambargo konuldu.

Belki şu anlaşılabilir bir şeydi. Mesela belli bir grup müzik insanı arabeski, Türk müziğini yozlaştıran bir alan olarak gördü. Mesela türküler çalınırken arabesk müzik süreçlerinde kullanılan yaylı grubunun kullanılması hoş görülmedi. Belki bu tip durumlar haklı bulunabilir. İbrahim Tatlıses’in söylediği kimi türküler arabesk formda introlarla başlıyor ya da devam ediyor. Kabak kemane, kaval, bağlama, sipsi, zurna, dururken, işin içine gereksiz şekilde yaylı grubunun sokulması eleştirilebilir.

Ancak arabeski başlı başına bir tehlike olarak görmek, kültürel yozlaşmanın temel sebebi olarak tavsif etmek doğru değil. Türk müziği güçlü bir şekilde kendi alanında varlığını devam ettirsin ama müzikal zenginlik bakımından arabesk de bir tür olarak, Sayın Gencebay’ın da ifadesiyle serbest çalışmalar, yeni denemeler alanı olarak hayatiyetini sürdürsün.

Mesela arabeske itiraz edenler aynı ölçüde pop furyasına itiraz etmediler. “Yala beni yut beni” tarzında şarkılar söz konusu olduğunda sesini çıkarmayanlar, Ferdi Tayfur’un “Emmoğlu’na neden itiraz ediyorlar? Ki bu şarkının sözlerini yazan da Şemsi Belli’dir. Şemsi Belli Ümit Yaşar, Yusuf Ziya ortaç gibi dönemin önemli şairlerinden birisidir.

Bu vesileyle Ferdi Tayfur’a Allah’tan rahmet diliyorum. Allah taksiratını affetsin. Böyle sanatçılar nadiren gelir. Ferdi Tayfur’un sekiz enstrümanı iyi çaldığını, üç-dört kitap yazmış bir müzisyen olduğunu, ayrıca kitaplara çok düşkün iyi bir okuyucu olduğunu da ekleyerek…