II. Abdülhamid'in baskıcı yönetiminin toplumda yarattığı korkunun boyutları inanılır gibi değildi.
Jurnalci sayısı o kadar artmıştı ki, iki kişi bir araya geldiğinde aralarında yalnızca yemek sohbetleri yapabiliyordu.
Kimileri yedikleri yemekleri öyle ballandıra ballandıra anlatıyordu ki, onu dinleyenlerin adeta ağzı sulanıyordu.
Kebaplar, dolmalar, pilakiler, pilavlar, börekler, baklavalar, karanfilli hoşaflar, sakızlı muhallebiler dillerden düşmüyordu.
İstanbul'un gündelik yaşamında yaygınlaşan bu yemek söyleşileri kabine toplantılarında da eksik olmuyordu.
"Mektepler olmasa Maarif’i ne güzel idare ederdim" sözünün sahibi Haşim Paşa bir kabine toplantısında, balık pilakisi yapmanın inceliklerini uzun uzun anlatmıştı nazır arkadaşlarına...
Toplantıya başkanlık eden Sadrazam Avlonyalı Ferit Paşa, Haşim Paşa'ya içinden kızsa da, o gün duygularını belli etmedi.
Ancak birkaç gün sonraki toplantıda Haşim Paşa, siyasi bir konuda konuşmaya kalkışınca, onu kibarca susturacaktı:
"Sen yalnızca pilaki yapmasını bilirsin, böyle şeylere aklın ermez!"
Yemek söyleşileri elbette, camilerde görevli din adamları arasında da yapılıyordu.
Yalnız, mahalle imamları ve müezzinler varlıklı kişiler olmadıklarından, onlar ancak davetlerde yediklerini anlatıyordu.
Bu yüzden, çağrıldıkları düğünleri kaçırmamak durumundaydılar.
Sesleri güzel olan Nişanca Camii'nin imamıyla müezzini yatsı namazından önce camide buluşur, o gece gidecekleri düğün sofrasında hangi şarkıları, gazelleri, okuyacaklarını aralarında konuşurlardı.
İmam ile müezzin yine böyle bir gün camide konuşuyordu.
Müezzin az önce ezanı okuyup inmişti.
Konuşmaları uzamış olmalı ki, cami cemaati birden sökün etti.
İmam elinde tefiyle kalakalmıştı.
Cemaate göstermeden tefi koltuğunun altına sıkıştırdı.
Cemaatin önünde, bir kolunu fazla kaldırmadan selama durdu.
İKİNCİ YAZI
MECİDİYEKÖY'ÜN DUTU
Mecidiyeköy ve çevresinde ilk yerleşim, Osmanlı padişahı Abdülmecit'in döneminde (1839-1861) başladı.
Muhacirlere bugünkü Mecidiyeköy'de toprak verilmesi üzerine.
Dolayısıyla Mecidiyeköy'ün adı da Abdülmecid'den gelir.
Bu ilk iskan sırasında, bölgenin dutluk olduğu, buraya özellikle dut yemek için gidildiği anlatılır.
1950'lere kadar bu bölge (Mecidiyeköy, Esentepe, Zincirlikuyu, Levent) Mecidiyeköy'deki küçük bir köy yerleşimi dışında bomboş kırlardan ibaretti.
Derler ki Sait Faik de "Menekşeli Vadi" adlı hikâyesinde, bu kırsal yörede yaşayan insanları anlatır.
1930'larda Büyükdere Caddesi'nin güneydoğu tarafında eski İETT garajı ve daha kuzeyde, likör fabrikasından başka önemli bir yapı yoktu.
Zincirlikuyu Mezarlığı da, buralar zaten şehir dışı olduğu için kurulmuştu.
Mecidiyeköy dutluğunun ellili yıllara kadar varlığını sürdürdüğü biliniyor.
Bizim gördüğümüz, yetmişli yıllarda da burada sahipsiz dut ağaçları vardı.
Çevrede oturan Romanlar, bu sahipsiz dutları sallayarak semt pazarlarında, mahalle aralarında satarlardı.
Ne zamana kadar?
İstanbul Emniyet Müdürlüğü merkez binası buraya yapılıncaya dek.
Günümüzde de, Mecidiyeköy sokaklarını dolaşırken aralarda boynu bükük kalmış, garip dut ağaçlarına rastlarsınız.
Bendeniz yakın tarihlerde, böyle kendi halinde yaşamını sürdüren birkaç dut ağacına hem eski Stat çevresinde hem de, Profilo'ya giden sokaklarda rastladım.
Asfaltlanmış yollar, beton binalar arasında eski zamanların anılarını anlatan bu ağaçların garipliğine üzülürüm her defasında.