Bazıları Tanrı’ya inanır, bazıları ise sadece uzayı ve zamanı kapsayan evrenin varlığına. Bir çiçeğin yaşam döngüsünde bile düzenli bir işleyişin izleri gözlemlenebilir. Evrende sistematik bir yapı ile olaylar gelişir ve insanlar gibi evrenin de aklı vardır. Gezegenler yok olabilir ve yeniden oluşabilir. Hayat olan gezegenler değişim geçirir ve orada hayat bitebilir veya hayat tekrar yeşerebilir. Yani evren de alır-verir, kaybeder-kazanır, değişir-dönüşür. O, bizlerden daha uyanıktır. Evren de kendi içinde deneyimler edinir. Tıpkı diğer canlı varlıklar gibi zekâsı vardır, dengelidir. Ve biz insanlar evrenin dışında, onu kapsayan başka bir şey var mı, bunu bilmiyoruz. Akıl almaz bir düzen. Dolayısıyla bilinci sırf insan ve evrenle sınırlandıramayız. Hem görmediğimiz bir şeyin var olmadığını, dolayısıyla evreni yaratan bir üst akıl olarak Tanrı’nın olmadığını iddia edebilir miyiz? Görme engelli birinin ışığı görmediği için ışığın var olmadığını iddia edemeyeceği gibi…

Her varlığın enerji ve titreşimden oluştuğunu biliyoruz. Ancak enerji ve titreşimlerin bir şeyi yaratma kabiliyetini nasıl edindiklerini bilmiyoruz. Bu sonuç, evrenin başka bir dış güç tarafından yönetildiğine dair fikirler üretmemizi sağlar. Buna karşın, evrenin zaman ve uzay üzerindeki kontrolünün, açıklanmayan bir güç tarafından tasarlandığını da söyleyebiliriz. Evrenin bu ilginç ve karmaşık mekanizmasının Tanrısal bir güç tarafından tasarlandığı ileri sürülebilir. Ruhsal olarak yaşadığımız, açıklama getiremediğimiz özel durumları da Tanrısal güce dayandırmıyor muyuz? Doğmayan veya ölmeyen, hep var olan bir öz, yoktan var edilmedi ve zaten hep vardı.

Kafatası içerisinde beyin zarı ile örtülü olan beyin; su, yağ, şeker, tuz ve proteinden oluşur. Uygulanan çeşitli uyaranlar karşısında, beyin dokusundaki kan akımı ve oksijen seviyesindeki değişim -yani duygu ve düşüncelerimizin beyin faaliyetlerine etkisi- Fonksiyonel Manyetik Rezonans Görüntüleme (fMRG) cihazları ile doğrudan tespit edilebilir. Ruh ise hiçbir cihaz tarafından ölçülemeyen bir tözdür. Beden, beyin, zihin, ruh ve hatta evren bir döngünün içerisinde değişmeye ve dönüşmeye devam eder. İnsan, aynı anda hem maddesel olma hem de tinsel olma özelliğine sahiptir. Fiziksel olan (beden-beyin) ve fiziksel olmayan alanı (his-ruh) birbirine bağlayan zihindir, aralarındaki etkileşimi gerçekleştirir.

Bazıları ruha değil sadece zihnin varlığına inanır. Peki, “Ben kimim?” sorusuna aslında kim yanıt verir? Beynimizin ve zihnimizin iş birliği içerisinde ürettiği düşüncelerden öğrendiği kalıplar mı? Doğumuna vesile olmuş bir anne ve babadan, bir bedenden, öğrendiklerinden, deneyimlerinden, yaptığı işlerden bahseden, beni diğer şeylerle ilişkilendiren aslında beni tanımlayan öğretilmiş kalıpları bilen bir zihin mi? Ama “ben” dediğim şeyde öğretilmiş ve öğrendiğim bilgilerin dışında diğerlerinden farklı bir şeyler olması gerekmez mi? İçeride konuşan, kalıplardan çok da hoşlanmayan başka bir ses var. Bazen, “Hayır, ben bunlardan ibaret değilim” diye haykırmak isteyen ama kendini de bir tanıma sığdıramayan bir ses... O zaman “Ben kimim?” sorusuna başka bir şey cevap vermelidir.

Kimileri ruhun bilinçten ayrı olmadığını düşünür. Onlar, bilinç bedenin bir parçasıysa beden ile ruh birdir ve aynı anda var olmuşlardır çünkü beden aynı zamanda aklı da içinde barındırır, ruh ve bilinç aynı şeydir, diye düşünürler. Ruhu zihne indirgemişlerdir. Kimileri bedenin bir kap olduğunu varsayar. Ruhun bu kabın içine konduğunu savunur, bu savunmaya göre ruh ve bilinç ayrı olmalıdır. Mevlânâ da “Kalp akla, akıl ruha esirdir,” der. Ayrı olduklarını düşündüğümüzde ruh bilinçle iletişimde olmalıdır. Bilinç de aynı şekilde ruh ile iletişimdedir. Sonuçta bilinç ruhun sözcüsü olsa da aynı zamanda bildiklerini de ruha iletilecektir. Bilinç ölümle yok olacaktır. Ruhun ise enerjiden var olduğu ve yok olmadığı varsayılırsa deneyimlediği bilinçlerin bütün bildiklerini bilerek varlığını sürdürecektir.

Ben, bu bedende dünyayı ve çevremdekileri bana verilmiş yeteneklerle deneyimleyen, olasılıklar diyarında dolaşan, seçimler yaparak olasılıkları değiştiren ve bazen başkalarının seçimleriyle olaylar yaşayan bir özüm. Yaptığım, öğrendiğim ve deneyimlediğim her şey özüme ve bilinçli bir evrene kaydediliyor. Bu düşünce, reenkarnasyon felsefesinin temel dayanaklarından biridir.

Prof. Dr. Erdinç Sayan, “Analitik Zihin Felsefesinin Temel Problemlerine Bir Bakış” adlı makalesinde: “Özellikle Freud’dan bu yana, zihinle bilincin aynı şey olmadığı görüşü yaygınlaşmıştır. Freud’a göre bazı zihin hâllerimiz bilincin dışındadır, bilinçaltındadır. Daha önce Nietzsche de insanların çoğu zihin hâllerinin bilinçlerinin ulaşımı dışında, yani bilinçsiz olduğunu söylemiştir. Aslında bazı istek, düşünce ve duygularımızdan kendimizin bile haberimizin olmadığı görüşü Freud’un teorilerini hiç duymamış kimselerde bile vardır.

Bazen ‘Kendi duygularımı anlayamıyorum’, ‘Ne düşündüğümü tam olarak bilemiyorum,’ gibi şeyler söylediğimiz olur. Bilinçsiz zihin hâllerine örnek olarak uyurgezerlik hâli ve kör görü (blindsight) gibi vakaları da saymak mümkündür. Bütün bunlar gösteriyor ki zihinle bilinç aynı şey değildirler,” diye ifade etmiştir.

(*) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/271953