Hisse senedi analisti Benjamin Graham, yatırımın öngörülemeyen olumsuz şartlarda bile, sermayenin değerinin korunmasını sağlayan bir "emniyet marjı" gerektirdiğini söylemektedir. Graham borç parayla hisse satın almanın her zaman spekülatif olduğunu belirtmektedir. Son 30 yıllık neoliberal kapitalizmde finansal risk, spekülasyon ile kumar arasında bir yerdedir.
Spekülasyon sadece toplumsal bir bağlamda anlaşılabilir. Spekülasyon tarihi yalnızca ekonomik-finansal olayların tanımından ibaret değildir, aynı zamanda bir nevi toplumsal tarihtir. Bu noktada Hollywood filmlerinin, TV dizilerinin, basının ve reklamların psikolojik manipülasyonları en önemli unsurdur. Diğer yandan siyasetçilerin ve piyasayı düzenleyici kurumların başındaki üst bürokratların, yargı organlarının spekülasyona yönelik tutum ve davranışları özellikle önem taşımaktadır. Çünkü piyasalarda geçerli olan kanun ve yönetmelikler, hükümler ve söz konusu kurullar tarafından oluşturulmakta ve uygulanmaktadır. Muhtelif hadiselerde politikacıların kendi menfaatleri adına spekülatif çılgınlıkları teşvik ettikleri görülmektedir.
Şimdi kısaca çok ilginç bir doktora tezinden bahsedelim. Kanada'nın Toronto Üniversitesi'nde ilahiyat dalında sunulan doktora tezinin başlığı, "Dünya Bankası'nın Bağnaz İlahiyatı"dır. Bu doktora tezine göre Dünya Bankası'nın takip ettiği yol, İncil'in bağnazca yorumlanmasına benzemektedir. Dünya Bankası bir imparatorluğa dönüşmüş olup, artık onun adı Dünya Bankası İmparatorluğu'dur. Bu imparatorluğun kendine has bir "Tanrısı" bir "dini", Evanjelist Judeo-Hristiyan Siyonistlerin misyonerlerini yetiştirdiği seminerleri hatırlatan eğitimlerden geçirilmiş "rahipleri" ve bu rahiplerin "müminler" ve "gayri müminler" arasında bağ kurmasını sağlayan "misyonerleri" vardır.
Yıllar öncesinden adına "casino capitalism" (kumarhane kapitalizmi) adı verilen, üretmeyen, iş alanları oluşturmayan, faiz, repo, borsa, döviz ticareti gibi değişik kılıklarda ortaya çıkan, sanal zenginlik ama gerçek soygun yapan spekülatif sermaye, dünyayı küresel bir kumarhaneye dönüştürmüş bulunmaktadır... Türkiye de bu evrensel dönüşüme 24 Ocak 1980 kararları ile katılmıştır. 1989'daki 32 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK), 01.01.1996'da yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşması ve nihayet 04.06.2003 tarihinde TBMM'den geçirilen, 07.07.2003 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla milletlerarası sözleşme haline getirilen hukuki düzenlemeler... Öyle ki, artık Türk ekonomisi, ithalat ve ihracatı ile 50 şirketin -çoğu yabancı- kontrolü altında iken, altı bankanın toplam kârının Türkiye'nin en büyük 100 şirketinin senelik kârından büyük olduğu gerçeği ile karşı karşıyadır. Türk insanı tam anlamıyla "Ignis Fatuus" idealler ile adeta "tok esir-aç hür" olmak tercihiyle karşı karşıya getirilmiştir.
Siyasi ve askeri destek mekanizmalarıyla birlikte küresel ekonomi sistemi devasa bir eşitsizliği bünyesinde barındırmaktadır. 77 ülke üzerinde yapılan bir inceleme 1950'ler ile 1990'lar arasındaki eşitsizliğin, bu ülkelerin 45'inde artış gösterirken, sadece 16'sında azalma eğiliminde olduğunu göstermiştir.
Dünya nüfusunun en zengin %10'luk kısmının en fakir %57'lik kısmı kadar gelir elde ettiği tahmin edilmektedir. ABD'de en zengin %10'luk kesim, dünya nüfusunun en fakir %43'lük kesiminden daha fazla gelir elde etmektedir. Yani 28 milyonun kazancı iki milyar insandan daha fazladır.
1978 Washington Uzlaşması ile dünyaya dayatılan neoliberal küreselleşme sonucunda, artık mevcut üretim ve paylaşım sistemi milli değil, küresel bir sistemdir. Bu sistem sadece mahalli değil, dünya çapında eşitsizlik doğurmakta ve zamanla düşmanlık ve çatışma meydana getirmektedir. Dünya pazarında, ticarete, zengin ülkeler ve ulus ötesi şirketler hakimdir. 500 büyük ulus ötesi şirket dünya ticaretinin %70'ine hakimdir. Neoliberal küreselleşmenin serbest pazar ideolojisi, milyonlarca insanı yerinden etmiş, acıya boğmuş, ekonomik manada güvensizliğin ve şiddetli toplumsal çatışmanın tohumlarını ekmiştir.
İktisatçı Michael Tanzer, küreselleşmeyi şu şekilde tanımlamaktadır:
Küreselleşme, milli sınırları aşıp, her yere nüfuz etmiş büyük sermaye birikimlerinin ve dev milletlerarası şirketlerin, geçen 20 ile 25 yıl içinde müthiş gelişmesini ifade etmektedir. Bu küreselleşme olgusu sonuçta büyük ölçüde bilgisayarlar, telekomünikasyon ve hızlı taşımadaki teknolojik gelişmelere paralel olarak ortaya çıkmıştır.
Şüphesiz, küreselleşme yeni bir olgu değildir. Kolombus zamanından beri süregelen bir süreçtir ve yalnızca şirketleri değil, ayrıca ulus devletleri ve bugün daha çok IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi güçlü örgütleri kapsamaktadır. Ancak küreselleşmenin itici gücü ulus ötesi şirketlerdir.