Şu ana kadar yaz aylarının en önemli gelişmesi, geçtiğimiz ay yapılan NATO Zirvesinde Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine karşı uyguladığı veto kartını kaldırmaya yeşil ışık yakması oldu.  Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan vetonun kaldırılması ile Türkiye’nin AB tam üyeliği arasında bir bağlantı kurmaya çalışsa da, gerek NATO Genel Sekreteri, gerekse AB üst düzey yetkilileri böyle bir bağlantı kurulamayacağını, her iki kurumun da birbirlerinden farklı olduğunun altını çizdiler.

Bu çerçevede AB’nin gerçek niyetinin yine geçtiğimiz aylarda Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Amor’un hazırladığı taslak raporun satırlarında gizli olduğunu ileri sürmek de mümkün. Amor raporunda mevcut görünüm altında Türkiye’nin AB değerlerinden giderek uzaklaştığını, bu koşullarda Türkiye ile tam üyelik dışında başka bir ilişki modeli kurulmasının altını çizdi. Rapor büyük olasılıkla önümüzdeki sonbahar aylarında onaylanacaktır.

Bu noktada bazı nesnel olguları tekrar hatırlamakta yarar var.

Öncelikle Avrupa Parlamentosu (AP) raporlarının bağlayıcı olmadığının altı çizilebilir. Bu noktada son söz Bakanlar Konseyi’nin hatta daha ileri safhada AB hükümet ve devlet başkanlarından oluşan AB Zirvesinindir. Bundan önceki AP raporlarının okunmadan medya önünde çöpe atıldığına fazlasıyla tanıklık ettik. Ama galiba bu sefer ciddiye almak zorundayız. Zira geçtiğimiz haftalarda Türkiye konulu toplanan AB Dışişleri Bakanları Konseyi hem İsveç’in NATO üyeliğinin önünü açmak, hem de Türkiye ile ilişkileri rayına oturtmak için sanki AP raportörü ile benzeri görüşleri savunmuşa benziyorlar.

Kaldı ki ilişkilerin geleceğini belirlemek üzere Dışişleri Bakanlar Konseyi yetkili merci olduğundan, masada oturan Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan’ın oylarına ihtiyaç varsa, ne tür taleplerle karşı karşıya geleceğimizi tahmin etmek için kahin olmaya da gerek yok.

Peki AB Türkiye ilişkilerinin bu hale gelmesinde AB ülkelerinin hiç mi kabahati yok?

Hatırlayalım 3 Ekim 2005 tarihinde tam üyelik müzakerelerinin başlatılmasını sağlayan müzakere çerçeve belgesi, “Türkiye’nin 1993 Kopenhag siyasi kriterlerine yeterince uyduğunun altını çizdikten sonra, müzakerelerin açık uçlu olacağını, Türkiye tam üye olamasa bile Türkiye’nin AB limanına çapa atmasının AB çıkarına olduğunu vurguluyordu”.

Ardından dönemin Fransa devlet başkanı Sarkozy ile Alman şansölyesi Merkel “biz burada olduğumuz sürece Türkiye tam üye olamaz” diyerek, Türkiye’nin sürece olan güveninin giderek erozyona uğramasına da yol açacaklardı.

O günlerde yaptığımız bir değerlendirmede “yeterince” kavramının bir menfi tespit olduğunu, istenildiğinde müzakerelerin askıya alınması için geri adım atmaya imkan tanıyacağının altını çizmiştik.

İşte bugün itibarı ile Türkiye’nin artık Kopenhag kriterlerinden tamamen uzaklaştığı, demokrasi, hukukun üstünlüğüne saygılı devlet, insan haklarının ve azınlık haklarının müesses hale getirilmesi ile ilgisi kalmadığı Türkiye’ye yöneltilen temel eleştiriler.

Haklılık payı yok mu?

Kesinlikle var. Ama Türkiye’yi bu noktaya iten siz olmadınız mı? Bence oldunuz.

Gelelim yeni ilişki biçiminin ne olabileceğine.

Bir sonraki yazılarımın konusunu oluşturacak “Gümrük Birliği’nin güncellenmesi” ile “vize serbestisi” ilişkilerin geleceği olarak tanımlanabilir mi?

Önce hukuki bir saptama yapalım.

Sayın Erdoğan Gümrük Birliği’nin güncellenmesi konusunda niyetini beyan ederken, “Gümrük Birliği Anlaşması’nın güncellenmesi kavramını kullandı. Maalesef Tansu Çiller döneminden bu yana aynı hatalı söylem politikacılar arasında yaygınlaştı. Gümrük Birliği’nin son dönemini tesis eden belge, bir Ortaklık Konseyi kararı olup (Türkiye ile AT arasında gümrük birliğinin son dönemini tesis eden 1/95 sayılı OKK) asla bir anlaşma olarak değerlendirilmemelidir. Sözkonusu OKK Türkiye ile o günün AET’si, bugünün AB’si arasında bir ortaklık tesis eden 12 Eylül 1963 tarıhında imzalanıp. 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Anlaşmasına bağlı olarak Ortaklık Konseyi’nin gerçekleştirdiği bir tasarruftur.

Ankara Anlaşması’nın önemli bir özelliği siyasi sonucu olmasıdır. Bu siyasi sonuç tam üyeliktir. (Üyeliğin tamı yarımı olmaz diyenlerin kulakları çınlasın. Biz o günden bu güne ortak üyeyiz, ne kadar farkına vardık, ni kadar yararlanabildik, ayrı bir tartışma konusu!..) Ankara Anlaşmasından tam üyelik hedefini çıkarttığınızda bugüne kadar gerçekleşen bütün OKK’ların içini boşaltmış olabilirsiniz. Dolayısı ile Türkiye’ye tam üyeliğin dışında bir yol haritası çizmek esas itibarı ile Ankara Anlaşmasını bütün OKK’larla birlikte çöpe atmak gibi sonuçları hesaplanamayacak hukuki sorunları da beraberinde getirebilir.

Bir sonraki yazıda gümrük birliğinin güncellenmesi meselesini ele almaya gayret göstereceğim.