HABER MERKEZİ
Dünyanın en ünlü devlet adamlarına ve sanatçılarına “taktıran” büyük bir “mücevher sanatçısı”. Hayatı acılarla dolu ancak o, romanı yazılan, hatta filmi bile çekilen hayatını insanları mutlu etmeye adamış. İşte “mücevherlere fısıldayan adam”ın hikayesi…
Garabet Orunöz, Malatyalı bir Ermeni sanatçı. Hayatı roman gibi… Gerçi o roman yazıldı, filmi bile çekildi. “Garo” Usta.. o, kedi patisinin izinde “mücevher arayan” adam.. o, “mücevherlere fısıldayan adam”…
İstanbul’un caddelerinde, sokaklarında tarihi bir caminin pencere demirlerine, Yerebatan’ın loş dehlizlerindeki sütunlara, bir eski hamamın buğulu camlarına ya da bir kedinin kum üzerinde kalmış pati izlerine dalmış, dakikalarca onları inceleyen bir adam görürseniz, bu kişinin Garabet Orunöz olma ihtimali, 16 milyon içindeki başka biri olma ihtimalinden çok daha yüksektir. Çünkü gerçek bir “mücevher sanatçısı” olan Orunöz, sanatının icrası için görüntülerden, izlerden yapılardan, kısaca hayatın her karesinden ilham almaktadır.
Garo Usta, yarım asra ulaşan mesleğini halen, Süleymaniye Camisi’nin hemen altında uzanan Tasarımcılar Sokağı’ndaki ‘Gigaro’ adlı atölyesinde sürdürüyor. Yol haritasına göre, bu işi 3 yıl daha yapacak. Ancak emekliliğin tadını çıkarmaya başlamadan önce, yarım asrın deneyimlerini, inceliklerini, tüm sanatını aktaracağı çıraklar yetiştirme derdinde.
BEYNİN HAYALİNİ MADENE AKTARMAK…
Garabet Orunöz, Kapalıçarşı piyasasının parmakla gösterilen en iyi birkaç mücevher tasarımcısından biri. Bu işle aşinalığı yarım asrı bulmuş. Geleneksel adıyla, o bir “sadekâr”, yani tamamen el işçiliği mücevherleri hem tasarlayan hem de üreten bir zanaat ustası, sanatçı. Sanatını; “Beynin hayalini madene aktarmak. Bir de insanları mutlu etmek” olarak tanımlıyor.
DÜNYAYA MÜCEVHER İZİ BIRAKABİLMEK
Şöhreti çoktan yurt dışına taşmış; ona özel tasarım mücevher sipariş edenler arasında ünlü sanatçılar, devlet liderleri ve daha birçokları var. Dünyadaki birçok tanınmış kişiye ya da zengine “taktırıyor”. Türkiye ve dünyadaki birçok ünlü için yaptığı tasarımlardaki amacını, “Para kazanmaktan çok, bu dünyada kalıcı bir şey bıraktım diyebilmek” biçiminde ifade ediyor.
O BİR “KAYBOLMAYAN ÇOCUK”
1960 yılında Malatya’da başlayan Orunöz’ün hayatı tam bir roman. Gerçi “hayatının romanı” da yazıldı zaten. Hatta filmi bile çekildi.
Biz burada, Orunöz’ün hayatının ayrıntılarını Aysel Kılıç’ın yazdığı “Kaybolmayan Çocuklar” adlı romana, Gülengül Altıntaş’ın yönettiği “Kaybolmayın Çocuklar” adlı filme bırakarak; çocukluğunu, ilginç serüvenini ve özelikle sanatını kısaca anlatacağız.
Garo Usta, hayatındaki sayısız sıkıntılara, sorunlara karşı mücadele ede ede pişerken, üstün bir sanat haline dönüştürdüğü mücevher tasarımcılığı işinde tam anlamıyla “pişmiş”.
MALATYALI GARO…
Garabet Orunöz, yörenin köklü Ermeni ailelerinden birinin çocuğu olarak 1960 yılında Malatya’da kerpiçten bir evde doğmuş; eski adı Ermeni Mahallesi ya da Salköprü Mahallesi’nin, sonraları adı İsmetiye’ye dönüşen sokağında. Malatya’nın en deneyimli bakırcı ve kalaycı ustası olan babası iki kez evlenmiş; ilk evliliğinden 5 çocuğu olmuş, biri sonra ölmüş. Garo Usta, babasının ikinci evliliğinden doğan 3 çocuğun ortancası…
İlk çocukluk çağını şöyle anlatıyor: “Çocukluğumu ve Malatya’yı unutamıyorum. İlk kez komşunun bahçesine girmişim, kayısı kopartmışım, dut ağacına çıkıp dut tepinmişim, komşunun bahçesinden domates çalmışım. Doğup dünyaya ilk gözümü açtığım Malatya’da şimdi hiçbir şeyimiz yok, anılarımızdan başka”.
Babasız, özellikle de anasız büyümenin bütün çilelerini, hüzünlerini iliklerine dek, ruhuna dek yaşamış: “Anam öldüğünde benim küçüğüm olan kızkardeşim 3 aylıktı, onu birine evlatlık verdiler. Ablamı ise bir aile yanına aldı”.
Mimli bir azınlığa mensup doğmanın talihsizliğini; “Yedi yaşıma kadar sokakta adım Nedim, evde Garabet idi” diyerek özetliyor.
Geride üç yavrusunu bırakıp “ince hastalıktan” vefat eden annesini, 4 yaşın bulanıklığıyla hayal meyal anımsıyor Garo Usta. 7 yaşındaki ablası ve 3 aylık kızkardeşi de onunla birlikte öksüz kalmış. 14 yaşına ulaştığındaysa öksüzlüğün üzerine bir de yetimlik eklenmiş; babasını kaybetmiş. Hayat yolunda çektiği tüm çileyi, edindiği tüm tecrübeyi, olgunlukla ördüğü kısa bir cümleye sığdırıyor: “Biz erken büyüdük”.
Garabet, Ermenice’de “yol gösteren, kılavuz” anlamına geliyor. Küçük Garabet 7 yaşına ulaştığında, babası onu, Ermeni gelenek ve kültürüyle yetiştirecek bir yer arayışına girer. “Ancak Malatya’da Ermeni okulu yoktu. Şehirdeki son Ermeni okulu sanırım 1948’de kapanmış” diyor.
İstanbul’da yaşayan eski bir komşuları aracılığıyla, bu şehirdeki Gedikpaşa Ermeni Protestan Yatılı Okulu’na gönderilir: “Anadolu’da Ermeni okulu kalmadığı için, taşra kentlerindeki Ermeni çocukları okumak için İstanbul’a geliyordu; Diyarbakır’dan, Çorum’dan, Amasya’dan, Ankara’dan…”
- Yeşil =Garabet / Mavi= Hrant Dink
HRANT DİNK’LE AYNI YETİMHANEDE
Ancak 3 yıl sonra Gedikpaşa’daki okul da kapatılınca, aslında bir yaz kampı olarak 1963’te İstanbul Tuzla’da kurulmuş Tuzla Ermeni Çocuk Kampı’nda (Kamp Armen) eğitimine devam eder.
Bir yaz okulu ya da yaz kampı niteliğindeki Kamp Armen’de Orunöz ve Hrant Dink birlikte eğitim alır. “Garo” Bey; “Dink’le aynı dönemde oradaydık ama o benden daha önce oraya gelmişti, benden 6 yaş büyüktü. Hrant oraya ilk gelenlerden, en son çıkanlardan” diyor.
Kamp daha sonra “Ermeni Yetimhanesi”ne çevrilir, darbe atmosferinin puslu havasında, 1983’te ise kapatılır. Kamp yıkılacakken, Garo Usta harekete geçer. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’na kadar çıkar ancak sonuç alamaz. Televizyonlara, basına çıkıp konuşur; bir kamuoyu oluşturur. İçlerinde Ülkü Ocakları başkanlığını yapan bir kişinin bile bulunduğu her kesimden çok sayıda kişi Tuzla’daki kampta toplanır ve yıkıma engel olmak için 6 Mayıs 2015’ten 28 Ekim 2015’e kadar pasif direniş yapar. Sonunda, yıkılmak üzere olan kamp, Gedikpaşa Ermeni Protestan Vakfı’na devredilir.
Orunöz, yıllar sonra, 2010’larda, Tuzla Kampı’ndaki çocukların hayatını anlatan “Kaybolmayın Çocuklar” adlı 30 dakikalık kısa filmin adeta her karesine büyük katkı yapmış, senaryosunu bile yazmış.
UÇMA TUTKUSU “AZINLIK” ENGELİNE TAKILDI
Çocuk yaşlardan itibaren havacılığa ve uçmaya karşı tutku derecesinde merakı oluşmuş. “İlla da pilot ya da uçak mühendisi olacağım” diye tutturmuş; bu tutkusu hayatındaki birçok olayı ya tetiklemiş, ya da şekillendirmiş: “Sınıftayken bile havada bir uçak gördüğümde ona kitlenir, kayboluncaya kadar izler, sonra da öğretmenden dayak yerdim. Üniversitelerin hiçbirinde pilotluk ya da uçak mühendisliği bölümü yoktu. Hava Harp Okulu’na başvurdum, ancak orası da gayrimüslim almıyordu, beni kabul etmediler”.
KUDÜS RUHBAN OKULUNDA HABABAM SINIFI OYUNLARI
Garabet 15 yaşında ergen bir gençken yurt dışına okumaya gönderilir. Ancak gitmeye razı olması da yine “uçaklar” sayesinde gerçekleşmiş: “İstanbul’da okulun müdürü beni çağırıp, ‘seni yurt dışına İsrail’e gönderelim, orada oku’ deyince önce razı olmadım, ‘gidip ne olacağım’ diye sordum, o da bana, ‘ister doktor ol, ister mühendis, isterse pilot’ diyerek, pilotu araya sıkıştırınca ben hemen tamam dedim”.
İsrail’e, Kudüs’e gitmiş gitmesine ancak, kaydının yapıldığı okulun bir ruhban okulu olduğunu görünce; “rahip ya da din adamının dışında başka hiçbir şey olamayacağını öğrenmiş” ve oradan kurtulmak ve İstanbul’a geri dönmek için, Hababam Sınıfı türü ayak oyunlarına taş çıkartacak işler çevirmeye başlamış. Ancak ruhban okulunun yöneticisi onu göndermemekte direnmiş. Okuldan atılıp geri gönderilmek için yöneticinin üzerine işemek, hatta kızını numaradan taciz etmek dahil her yolu denemiş. Hâlâ izi duran, ayak başparmağına çivi bile çakmış ki, geri gönderilsin… Karşılıklı inatlaşmada ilk pes eden, ruhban okulunun müdürü olmuş. Birinci sınıf bir Hababam Sınıfı filmi çıkarılabilecek 2 yıllık Kudüs macerasının ardından, sonunda İstanbul’a geri gönderilmiş.
Kapalıçarşı’nın şöhretini İsrail’deyken insanlardan ve televizyondan duymuş önce. İstanbul’a döndükten sonra, zengin bir turist ailesi tesadüfen kendisini bulup, Kapalıçarşı’ya gezdirmesini isteyince, işte o zaman Kapalıçarşı ve mücevher serüveni başlamış; yaklaşık yarım asırdır da devam ediyor.
Zengin turisti gezdirme işinden güzel bahşiş kazanınca, “hanutçuluk” işini yapmış bir süre. Garo Usta bu terimi; “Hanut sözcüğü Ermenicede dükkan demek, hanutçuluk da dükkandan avanta almak. Zengin müşteriyi götürüyorsun belli bir dükkana, dükkan sahibi satış yapıyor, seni de görüyor” şeklinde açıklıyor.
Hanutçuluk işinden epeyce kazandıktan sonra, Kapalıçarşı’daki bir derici dükkanında tezgahtarlığa başlıyor. Ustasına; “Bu iş bana göre değil, kuyumcuda çalışmak istiyorum” demiş. İşte, altınla, mücevherlerle haşır neşirliği o gün bu gündür sürüyor. Önce 7 yıl süren çıraklık, sonra kalfalık derken, nihayet ustalığa yükselmiş ve kendi işini kurmuş. Bu süreçlere ilişkin anlattıkları arasında çok çarpıcı anekdotlar var.
YEŞİL GÖZLÜ VE ERMENİ KIZI
Evlenmesi de, tüm hayatı gibi ilginçliklerle dolu. “Bir ev kiralayıp, birer ikişer eşya alıp evi ortaya çıkarınca” çevresi; “Artık evlenme zamanın geldi demeye, şunun bunun kızını anlatmaya” başlamış.
Ancak Garo’nun şartı vardı: “Onlara dedim ki, ‘tamam evleneyim ancak iki şartım var, bir, evleneceğim kız yeşil gözlü olacak; iki, Ermeni olacak’. İstanbul kazan biz kepçe, durmadan oturmadan yeşil gözlü Ermeni kızı arıyoruz. Böyle böyle tam 22 tane kıza görücü gittik, hiçbiri yeşil gözlü çıkmadığı için ben istemedim. İki tanesi yeşil çıktı ancak onlar da beni istemedi. Sonunda yeşil gözlü ve Ermeni bir kız beni kabul etti, o da şimdi eşim. 1985’te evlendik. 1989 ve 1991’de iki kızım doğdu”.
Kapalıçarşı’da 1986 yılında kendi atölyesini kuran Garo Usta, el işi takı ve mücevher işini o gün bugündür yapıyor. Ancak zanaat/sanat yolunda birçok darbeler de yemiş. Bunlardan biri, 2011 yılında 3.5 kilo altın kaptırması. Bu büyük darbeden sonra birçok varlığını kaybedip, Kapalıçarşı’da birkaç kuyumcu esnafının yanında çalışmış: “Düşmez kalkmaz bir Allah, burayı geçen yıl açtım ve tekrar el işi üretime başladım” diyor.
Yaptığı işin önemini ve tarihini anlatırken, bir noktada da Ermenilerin Anadolu kültürü ve ticareti için taşıdığı öneme şöyle vurgu yapıyor: “Gerçekte 1800’lü yılların ortalarına kadar Türkiye yani Anadolu, el işi ustalığın birçok alanında Avrupa’dan bir adım öndeydi. Başta Fransa olmak üzere Avrupa ülkeleri, Anadolu’daki Ermeni ustalarını iyi para vererek ülkelerine götürdüler. Ancak giden ustalar en fazla birkaç yıl için gidip geri döndü. Böyle olunca, yapı olarak el sanatlarına yatkın olmayan Avrupa halkları pek bir şey öğrenemedi. Ustaların Anadolu’ya geri dönmesini engellemek için onlara, ‘gitmeyin, oralar karışacak’ dediler. Ama Anadolulu Ermeni ustaları dönüp geldi. Hemen ardından, 1880’lerden itibaren buralar ufak ufak karışmaya başladı. Sonra ustalar yine gitti ve onlara her şeyi öğretti, Avrupa böylece bizi geçti”.
SANATIN İNCELİĞİNE ENFİYE KUTUSU ÖRNEĞİ
Yaptığı işin inceliklerine ve önemine vurgu yapmak için Van işi enfiye kutusunu ve tütün tabakasını örnek veriyor: “Kıymet bilen gelip bizden alıyor. Tütün tabakası veya enfiye kullananlar tek elle tık diye açar ve kapak arkaya sıçrar. İşte bu sıçrama işini o kapakta yaptırmak bile, onu yapan usta için bir sanattır, inceliktir, sırdır. Bunun gibi nice incelikler var”.
KİTAPLARA DAHA ÇOK ZAMAN AYIRACAK
Yalnızca mücevher tasarım işiyle sınırlamıyor kendini “Garo” Usta; kurucuları arasında yer aldığı Malatya Hay Derneği’nin (HAYDER) şu sıra başkanlığını da yapıyor. Türkiye ve Malatya Ermenilerinin tarihi ve kültürü açısından çok büyük önem taşıyan birkaç kitabın Türkçeye çevrilip yayınlanmasına önayak olmuş; biri Malatya Ermenileri adlı eser. Bu konuda başka çalışmaları ve planları da var.
ANNESİNİN MEZARINI UZUN SÜRE BULAMADI
Garo Usta, lafı döndürüp dolaştırıp, bu dünyadaki ilk yıllarını geçirdiği memleketi Malatya’ya getiriyor… Zaman zaman Malatya’ya gidip geliyormuş. Hem memleket hasretini gidermek hem de artık yerinde beton binalar yükselen evlerinden artık hiçbir iz kalmamış olsa bile, İsmetiye Sokak’ta nefes alıp verebilmek, belki eski bir tanıdığı görebilmek için…
Ancak Garo Usta’nın Malatya’ya gidişlerinin en hüzünlüleri, annesinin mezarını aramak için olanları. Birkaç sonuçsuz denemenin ardından, hayatının romanını yazan Aysel Kılıç’ın ailesinin yardımıyla mezarı bulmuş.
İSTANBUL PERİ, BEN İLHAM…
Garo Usta’nın mücevher tasarımı sanatının temelini, hareket noktasını kesinlikle İstanbul oluşturuyor. İstanbul’un herhangi bir görüntüsünü esin kaynağı olarak aldığı sayısız tasarımları var ancak mütevazılıktan anlatmıyor.
Cami ve diğer tarihi eserlerin pencere demirlerinin kesişme noktalarındaki dört delikli bağlantı bilyesini, Ayasofya’nın kapısındaki belki de çoğu kimsenin fark etmediği küçük fakat harika bir motifi, tarihi bir hamamın penceresini, küçük bir kedi yavrusunun kum üzerinde bıraktığı pati izini ya da Yerebatan Sarnıcı’nın sütunlarından birindeki deseni sanatına model olarak alabiliyor.
İSTANBUL’U MÜCEVHERE NAKŞETMEK
Bu şekilde bir “İstanbul Serisi” hazırlıyor. İstanbul’un belli başlı tarihi eserlerindeki ve noktalarındaki ilginç desenleri mücevhere dönüştürme projesi başlatmış. Esin kaynakları arasında Kız Kulesi, Galata Kulesi ve Beyazıt Yangın Kulesi elbette var; bunların görünümlerini öyküleriyle birleştirip bir esin oluşturuyor, oradan da modeli tasarlıyor. Serisi tamamlandığında ortaya muhteşem bir “Mücevherden İstanbul” çıkacağı kesin. Bu noktada; “Görülecek çok şey var. Yeter ki bakmak için değil, görmek izin gezin; İstanbul’u bir ömür bitiremezsiniz” diyerek, sanatı için esin malzemesinin bolluğuna işaret ediyor.
İSTANBUL BOYNUMDA
Diyor ki; “Sokakta yürürken rastgele yürümüyorum, hep bir ilham arıyorum, İstanbul benim ilham perim. Mücevher tasarım işi benim için yalnızca bir geçim yolu değil, bir sanat. İnsanlar cami kapısındaki, kulenin zirvesindeki ya da Tahtakale’deki tarihi bir hamamın penceresindeki o motifi, Yerebatan Sarnıcı’ndaki Ağlayan Sütun’un bir kıvrımını görüyor ve çok beğeniyor. Biz ise diyoruz ki insanlara, ‘bu motifler neden sizin boynunuzda kolye, bileğinizde bileklik ya da bilezik, parmağınızda yüzük olarak yer almasın?’ Bu buluşlar, tasarımlar ilk bana ait. Hayatın içinden esinleniyorum. Hamam penceresini ya da kedi izini kolye yaptım, Ağlayan Sütun’u bileklik yaptım, eski bir caminin pencere demirindeki bilyeyi yüzük yaptım”.
70 ÇIRAK YETİŞTİRDİ
“Garo” Bey, meslek hayatı boyunca tam 70 tane çırak yetiştirmiş; bu bakımdan hem mutlu hem umutlu. 71. çırağını, endüstriyel tasarım mezunu Deniz’i de yetiştirmek üzere yanına almış. Ancak Orunöz, çırak bulmakta giderek daha zorlandığının altını çiziyor ve; “Bu mesleği kendi istikbali, geçimi için öğrenmek isteyenler olursa ve gelirlerse yine yetiştiririz. Ürün değil, bir insan.. bütün arzum insan yetiştirmek, onlara tecrübe kazandırmak. Herşeyin en pahalısını, en iyisini parayla satın alabilirsiniz. Ama tecrübeyi satın alamazsınız” diyor.
Yaşı ilerledikçe Kapalıçarşı esnafı arasında, mesleğin “son ustası” olmaya doğru hızla yaklaşıyor Garabet Orunöz; birkaç yıl içinde bu ünvana tek başına sahip olacak gibi de duruyor. Ancak Orunöz, “meraklı” dediği çırak-kalfa-usta yetiştirme işine iyice yoğunlaşmış durumda. Sadece kendisinin bildiği, yılların imbiğinden süzülüp gelen meslek inceliklerini kendisiyle birlikte “öte tarafa” götürmek istemiyor; arkasında onun sanatını, ulaştığı düzeyi koruyan “meraklılar” bırakmak istiyor.
Takı tasarım bölümü bulunan üniversitelerin hiçbirinde uygulama atölyelerinin bulunmamasından şikayetçi. “Bana staja gelen öğrenciler, ‘iki yıl okula gideceğime, keşke 2 ay buraya gelseydim’ diyor”.
TASARIMLARI MÜZEDE SERGİLENİYOR
Yaptığı tasarımlar arasında, Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’na altın baston, üzerlerinde 11 karatlık pırlanta bulunan iki tane 10. Yıl kalemi de var.Türkmenbaşı’nın yazdığı Ruhname adlı kitabın büyük boy bir modelini orijinal gümüş süsleme yapmış. Şimdi o eserleri Aşkabat’ta müzede sergileniyor. Tasarımları arasında, Belçikalı ünlü şarkıcı Aya Nakamura için yaptığı 350 gramlık altın kolye de bulunuyor.
İKİ KİTAP PROJESİ
Mücevher tasarım işini bırakıp, kitap çevirme ve yayınlama işine ağırlık vermek istiyor. Bunlar arasında Eskişehir Sivrihisar Tarihi adlı önemli bir Ermenice eski kitap var. “Sivrihisar’da 1915’li yıllarda sadece bir atölyede 120 elmastraş ustası çalışıyormuş. Gerisini siz düşünün. Bugün ise Türkiye’de bir tane elmastraş yok. Türkiye’nin neler kaybettiğini düşünün. Sivrihisar İpek Yolu üzerinde bir yer” diyor.
İkinci kitap tasarısı, Şebinkarahisar’la ilgili yine eski bir kitabı çevirmekle ilgili. Bunu da; “Rusya-Bağdat ticaret yolu üzerinde, Karadeniz’e gelen Rus ürünlerinin indirildiği nokta olan Şebinkarahisar, Anadolu ticaretinin çok önemli bir ayağıydı” diye açıklıyor.
HAYDER olarak birkaç yıl önce yayınladıkları Malatya Ermenileri adlı kitabın ardından, Anadolu kökenli yaşlı Ermenilerin anlatımından bir “sözlü tarih” çalışması planlıyorlar. “Dernekteki başkanlık sürem bitince artık görev almayacağım” diyor, başka işlerine vakit ayırmak için.
“İBADETHANELER NE ZAMAN ALLAH’IN EVİ OLURSA…”
“Gregoryan mısınız, Katolik mi, Protestan mı?” sorumuza ise çok anlamlı bir yanıt veriyor: “Ben hiçbir dine bağlı değilim. Ne zaman ibadethaneler kapısında kilit ya da güvenlik olmadan evsizlerin, gariplerin sığınabileceği bir yer haline, Allah’ın evi haline dönüşürse, o zaman o dinin inananı olurum”.