YAHYA KEMAL'İN KADINLAR KARŞISINDAKİ DURUMU

Abone Ol

Yahya Kemal perhiz nedir bilmezdi.

Kilosu artıyor, hareketleri ağırlaşıyor, ağzı kuruyor, sık sık tuvalete çıkıyor, zaman zaman da üzerine bir halsizlik çöküyordu.

Madrid'de gittiği Doktor Maran, şeker tanısı koydu.

Tam da o sırada İspanya'da yükselen toplumsal çalkantılar yüzünden, dostu Kral XIII. Alfonso ülkesinden kaçmış, bu olay Yahya Kemal'in sinirlerini bozmuştu.

Fransa'da tedavi olmak amacıyla kalkıp Paris'e gitti.

Giderken de Dışişleri'ne bilgi vermemişti.

Oysa dil ve harf devrimlerine karşı çıktığı için, Ankara ile arası şekerrenkti.

Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, onun açığını kolluyordu. Ayrıca, yazışmalarındaki sert üslubu Bakan'ı içten içe kızdırıyordu.

Bakan Aras, kalkıp Çankaya Köşküne gitti:

Ülkesinden kaçan Krala yakınlığı nedeniyle, İspanyol kamuoyunun Türkiye Elçisine olumsuz bir gözle bakacağını ileri sürerek, Yahya Kemal'i bir süre dinlendirmenin iyi olacağını belirtti ve Cumhurbaşkanı'nı bu konuda ikna etti.

Çankaya'dan onay alınca Tevfik Rüştü hemen kaleme sarılıp Yahya Kemal'i geri çağırma telgrafını zevkle yazdı.

Dışişleri'nde böyle sorgusuz sualsiz geri çağrılma ağır bir cezalandırma biçimiydi.

Bu ceza, zaten kuruntulu olan Yahya Kemal'in üzerinde şok etkisi yarattı.

Bazı kimseler de, onun kulağına eğilip Ankara'ya gitmemesini fısıldamaya başladılar.

Bütün bunlar iyice şairin gözünü korkuttu!

Yahya Kemal'in Fransa'ya gittiğinden habersiz olan kimi arkadaşlarıysa merak içinde yorumlara başladılar:

Sadri Maksudî, işin içinde bir kadın olabileceği görüşünü ortaya attı.

Hamdullah Suphi ise bu görüşe karşı çıkıyordu:

"Hayır, hayır Sadri Bey'ciğim, asla sanmıyorum... O, 'Vuslat'ı yazdı amma, kadınlara bu şekilde iptilası yoktur. Yahya Kemal kadın karşısında, işin sadece şiir tarafını düşünür".

Gıyabında bu tartışmalar olurken, Yahya Kemal, kendisini müstafi duruma düşüren ve Atatürk'ü de aleyhine kışkırtmış olan Tevfik Rüştü Aras için şu dizeleri kaleme alıyordu:

"Bir gelir âleme böyle bir külüstür sanırım

"Hâlik'in bir daha halk etmesi güçtür sanırım".

İKİNCİ YAZI

BİR YAZAR OKUMAYA BAŞLIYOR

Takvimler 1890 yılını gösterirken, o henüz altı yaşındaydı. Babası Yıldız'da çalışıyor; Saray’a yakın olsun diye Beşiktaş'ta oturuyorlardı.

Evleri haremlik selamlıktı.

Onlar iki kız kardeşti.

Ablası okula başlamıştı, ama o henüz okuyup yazmayı bilmiyordu.

Altı yaşındaydı, bir sabah uyandı ki, evde büyük bir hazırlık var.

Ortalık temizleniyor, siliniyor, toz alınıyor...

Eşyalar düzene sokuluyordu.

İki kardeşe süslü, ipekli giysiler giydirildi.

Bütün bu hazırlığın bir nedeni vardı elbet.

O gün eve, komşular yemeğe çağrılmıştı.

Öğlene doğru kapıları çalınmaya başladı.

Sakallı, sarıklı, elleri tespihli, yaşlı başlı efendiler geliyordu.

Sofralar kuruldu, yemekler yenildi, kahveler içildi, çubuklar yakıldı.

İki çocuk konukların bulunduğu salona çıkarıldı.

Önce başköşede oturan sarıklı efendinin, sonra sırasıyla ötekilerin ellerini öptüler.

Yaşlı adamlar onların sırtını sıvazlıyor; "Ömrün çok olsun evladım", ya da; "Çok yaşa kızım" diyorlardı.

El öpme faslının ardından, başköşede oturan Hocaefendi'nin önünde oturdular.

Hocanın önünde şalla örtülü bir rahle duruyordu.

Hoca, rahlenin üzerindeki az yapraklı bir kitabın ilk sayfasını açtı.

İşaret parmağını, ilk satırın üzerine koyarak besmele çekti; "Elif" dedi.

Kızlar da Hoca'nın dediğini yineleyerek, besmele çekip; "Elif" dediler.

Böylece ileride, toplumda ses getiren edebi hikâye ve romanlara imza atacak olan bir yazar, okuma yazmaya başlamış oldu.

O yazar, Halide Edip Adıvar'dı.