Dün Bebek’teki Thomas Mann teknesinde Hasan Cemal’in beni ağlatan 285’inci sayfası

Ne yazık ki umutlarımızın “uzay ufkunu” geçiyoruz yavaş yavaş… Geri dönüşü olmayan bir boşluğa doğru gidiyor bir ülkenin umutları, vicdanı, empatileri… Geriye sadece uzay ufkunda sonsuza kadar bugün bazı insanlara yaşatılan bu zulmü anlatacak donmuş bir fotoğraf kalıyor

Abone Ol

Bebek’te belki her hafta en az bir defa önünden geçtiğim bir tekne.

İlk defa fark ediyorum.

Meğer adı Thomas Mann’mış…

Beni en çok etkileyen yazarlardan birinin adını taşıyan bu teknenin önünden geçiyormuşum ve hiç fark etmemişim.

“Venedik’te Ölüm”, “Tonia Kroger”, “Büyülü Dağ”, “Buddenbrook Ailesi….”

Sonra gözümü yandaki tekneye kaldırıyorum.

Onun adı da Stefan Zweig…

“Haydii” diyorum ve gözüm otomatik olarak bir yandaki tekneye kayıyor.

Onun da adı Hermann Hesse...

“Siddhartha”nın yazarı…

Ve dördüncü tekne…

Onun adı da Kafka…

“Metamorfoz” ve “Ceza Sömürgesi”nin yazarı Franz Kafka…

Hasan Cemal (solda) ve Ertuğrul Özkök

Thomas Mann, Hermann Hesse, Stefan Zweig, Franz Kafka

İnanabiliyor musunuz, bu 4 tekne Bebek’te yan yana demirli…

Thomas Mann, Herman Hesse, Stefan Zweig ve Kafka…

Günlük geziler için kiraya verilen 4 tekneymiş.

Sahibi, İstanbul Erkek Lisesi'nden mezun tekstilci Tarık Kutluca’ymış.

İşte o teknede bir arkadaş grubu toplandık, sohbet ediyoruz.

Aramızda gazeteciler, iş insanları var.

Bir de Hasan Cemal…

Tabii konu, onun yeni çıkan kitabına geliyor.

Ve “Hasan Abi” bir anda gecenin yıldızı oluyor.

Eşinden Hasan Cemal’e: Hâlâ pasaportun varken git, gez

Kitap, 2018 yılının başında Hasan Cemal’in bir süre yurt dışına gidip, bazı şehirlerden yazdığı bir günlük defteri gibi…

18 Ocak’ta İstanbul’da başlıyor, sonra Bremen, Berlin, Krakow, Gdansk devam ediyor.

Eşi Ayşe, “Hasan, bak, kitabın çıktı. Hadi pasaportun da hala elindeyken git dolaş yurt dışında ve yazı yazmayı da kes, hepimiz rahat edelim” demiş.

Tabii siz de anlamışsınızdır.

Bir eş endişesi bu cümleler.

Hasan Abi’ye o günlerde "Cumhurbaşkanına hakaret"ten dava açılmış.

Hapis cezası riski Damokles’in kılıcı gibi sallanıyor başının üzerinde.

Kitap işte o duygularla yazılmış.

Tanıdık bir yakın geçmiş, tanıyacağımız yakın gelecek

Bugünün gençlerine ne der pek bilemiyorum ama bizim neslimizin derin düş kırıklığının ve hüsranının güncesi olmuş.

Yazıların çoğunu okumuştum ama böyle tematik bir bütünlük içinde okuyunca bana çok tanıdık bir yakın geçmiş ve tanıyacağımız bir yakın geleceği çok güzel anlattı.

Hele hele ufukta “etki ajanlığı” diye bir ucube de görününce, böyle kitaplar artık son hezeyanlarımız haline gelebilir.

Kitabın 285’inci sayfasına kadar, böyle bir duyguyla okudum.

Ama 285’inci sayfasında öyle bir yazı var ki…

Onu anlatacağım.

Çünkü o sayfadan itibaren kendimi tutamadım ve ağlamaya başladım.

Çünkü “ağlayabilmek” artık ender sığınaklardan biri artık.

Yazının üzerindeki tarih, 20 Ekim 2018…

Başlığı da şu:

“Osman Kavala, hakkında iddianame bile olmadan 1 yıldır hapiste…”

Meğer o zamanlar insan hayatında 1 yıl önemli sayılıyormuş dedim.

Adaletsiz yere 1 yıl hapiste kalmak içinizde nasıl bir isyana yol açıyormuş.

Bugün 14 Kasım 2024….

Osman Kavala hâlâ hapiste…

Demek ki o yazının üzerinden 6 karanlık yıl daha geçmiş ve 7 yıl olmuş.

2555 gün…

Selahattin Demirtaş 8 yıldır içeride... 2 bin 932 gün…

Onu okurken kitaptaki başka bir yazıya dönüyorum.

Selahattin Demirtaş…

4 Kasım 2016’da tutuklanmış.

Demek ki 8 yıldır hapiste...

Tam 2 bin 932 gün….

Ne itirazlar, ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, ne Anayasa Mahkemesi kararları…

Kimse iplememiş.

O 8 yılda Türkiye nereye düşmüş

Öyle bir 8 yıl ki…

Türkiye, hukukun üstünlüğü sıralamasında, dünya ülkeleri arasında 117’nci sıraya adeta serbest düşüşle düşmüş.

Hukuk çukurda, vicdan denen şey ise çukurun dibinde…

Aynı çukurda, aynı hizada bizimle kimler var diye bakıyorum.

Maduro’nun Venezuelası, Taliban’ın Afganistan’ı, İslamcıların elinde inim inleyen Pakistan, uyuşturucu kartellerinin müstemlekeye çevirdiği Meksika, başını açan çocukları hapishanelerde süründüren, ailelerine bile haber vermeden idam eden İran…

Bizimle birlikte adalet çukurunun dibindekiler işte bunlar…

Bu yeni muhitimiz, kader haline dönüşmüş yeni coğrafyamız burası.

Öznesi olmayan bir yeni meçhule haykırış

Hasan Cemal öfkesini meçhule yaptığı şu haykırışla dile getiriyor…

“Hiç mi utanma yok…”

Dikkat edin, cümlenin öznesi yok.

Şu veya bu insana seslenmiyor…

O hakim bu hakim, şu siyasetçi bu siyasetçi değil adresi…

Yani kimse durumdan vazife çıkarmasın.

Adresi hepimiz…

“Hiç mi utanmıyoruz?” diyor bu cümle.

Ben öyle demiyorum.

Sadece “Hiç mi vicdanımız yok… Adalet duygumuzu kemirgen bir erselik canlı gibi kendi kendimize kemirdik mi…

Ben işte böyle diyorum…

Hiç düşündünüz mü hayatınızın her 9 yılından biri hapiste

7 yıl…

2 bin 572 gün…

Hadi oturun bir empati yapın bu insanlarla…

Osman Kavala 67 yaşında…

Benden 10 yıl sonra, 1957’de doğmuş.

Hayatının 7 yılı hapiste geçmiş.

Yani nefes alıp verdiği her 9 yılın biri….

Hayatının 7 yaş gününü, nedenini bilmediği bir Kafka davasının ceza sömürgesinde kaybetmiş.

Ya Demirtaş’ın her 6 yılından biri

Selahattin Demirtaş, 1973’de doğmuş. 51 yaşında…

Daha yarısına gelmiş bir hayatın 8 yılı geçmiş o hapiste.

Yani, nefes alıp verdiği her 6 yılın biri...

Hayatının 8 yaş günü dört duvar arasında geçirmiş.

Özgürlüğünden, eşinden, çocuğundan, ailesinden, yaşayabileceği güzel günlerden insafsızca çalınmış 2 bin 932 gün…

Yapın bakalım empatiyi yapabiliyorsanız…

Daha ikinci günde pes eder, bitap düşersiniz.

Önümde bir çalınmış hayatlar antolojisi

Hasan Cemal’in kitabını okuyorum…

Her sayfası böyle elem verici hayat bilgisi dersleri ile dolu.

Bizler hala bir avuç özgürlüğün imtiyazlı insanları olarak dışarıdayız.

Gezi davasından içeride olanlar, binlerce siyasi mahkum…

Yanı başımızda bir çalınmış hayatlar antolojisi, yaşayıp gidiyoruz bu ızdırap verici simbiosis hayatı…

Kitabı okurken asıl ona bu cezaları verenleri düşündüm.

Onlarla empati yapmaya çalıştım.

Bu kararları verenler, kendileri gerçekten samimi olarak inanıyorlar mı verdikleri bu cezaların adaletine…

Geceleri vicdanlarının küçücük bir yerine bir kılçık gibi takılmıyor mudur o iddianameler, o ağırlaştırılmış müebbetler…

Kendi başlarına kaldıklarında ne düşünüyorlardır çok merak ediyorum.

“Bu kadarı da fazla olmadı” gibi küçücük masum bir soru çınlamıyor mudur kulaklarında…

Yan taraftaki Stefan Zweig teknesi ne diyor bana, bize

Yan taraftaki teknenin adına takılıyorum yine…

Nazi rejiminden kaçıp sürgünde intihar eden bir yazar.

Tesadüf, Hasan Cemal’in kitabının girişinde onun bir yazısına atıf var…

Şöyle diyor Zweig:

“Günün birinde adaletin kaba gücü yeneceğine ve barış dolu yepyeni bir dünyanın doğacağına inanan insanlar inançlarını yitirmedi mi? Bizler o kadar çok hayal kırıklığı yaşadık ki, heyecan ve coşkuyla yeni bir geleceği ümit edemiyoruz...”

Bu hafta konuştuğum 2 arkadaşımın hüznü

Bu hafta bazı arkadaşlarla konuştum.

Geçmişte fikir ayrılıklarımıza rağmen entelektüel vicdanını hep takdirle izlediğim Ali Bayramoğlu mesela…

Telefonda sohbet ettik.

Kendini neredeyse gönüllü bir yalnızlığa hapsetmiş.

Gelibolu ile ilgili bir kitap üzerinde çalışıyormuş.

Çok değil, 2000’lerin başında “Demokrasinin dönülmez ufkundayız” demeye başlamıştık.

Bir daha askeri darbeli günlere dönüş olamayacağını düşünüyorduk.

Bugün… 24 yıl sonra neredeyse hepimiz derin bir düş kırıklığı içindeyiz.

Bir ilahiyatçıdan X’ten düş kırıklığı mesajı

Sadece bizim mahallemizde mi var bu düş kırıklığı?

Muhafazakar kesimin son zamanlarda daha da dikkat çeken yazarı Tarık Çelenk’le evde kahve içtik, uzun uzun konuştuk.

O da aynı duyguları yaşıyor.

İslami kesimin en muhafazakâr insanlarından biri, ilahiyatçı Ali Rıza Demircan, geçen gün X’te bir paylaşım yaptı.

Şöyle diyor:
“Artık Erdoğan’a oy vermeyeceğim. Ahiretime zarar vermek istemiyorum…”

Biz ve Cumhurbaşkanı artık 70’lerimizi geçtik

Çoğumuz 70’li yaşlarımızı geçtik.

Hepimizin önünde artık kısa bir hayat var.

Cumhurbaşkanı Erdoğan da 70’ini geçti.

Günlerimiz, her bir tek tek günlerimiz, daha kıymetli artık…

Öyle olunca başkalarının hayatlarındaki “arta kalan zamanın” kıymetini de anlamaya çalışmalıyız biraz.

Değil mi…

Toplumun vicdanına sığmayan kararlarla çalınmış 7 yılların, gasbedilmiş 9 yılların nasıl bir şey olduğunu hep birlikte hissetmeye çalışmalıyız.

Bazılarınızın önünde 7 yıl bile yok artık

Belki de bazılarımızın önünde öyle bir 7 yıl bile yok.

Merak ediyorum.

Ali Rıza Demircan gibi bir ilahiyatçının vicdanına sığmayan bu kararlar, aynı itikada sahip iktidar mensuplarının vicdanına nasıl sığabiliyor.

Uzay ufkunu geçiyoruz artık.

Ve geriye kalacak fotoğraf bu.

Ne yazık ki umutlarımızın “uzay ufkunu” geçiyoruz yavaş yavaş…

Geri dönüşü olmayan bir boşluğa doğru gidiyor bir ülkenin umutları, vicdanı, empatileri…

Geriye sadece uzay ufkunda sonsuza kadar bugün bazı insanlara yaşatılan bu zulmü anlatacak donmuş bir fotoğraf kalıyor.

Türkiye Yüzyılı, uzay ufkunda kalacak bu fotoğraf mı olacak yani…

Bir düşünün.

Keşke hep birlikte düşünebilsek…