Birinci mektup: “Doktor bana delisin, akılsızsın diyorlar. Sonra da çıkmış aklına gelenleri yaz diyorsun. Sen de bir aklını kontrol ettirsen iyi olur doktor.”
İkinci mektup: “Burada deli isem, öte âlemde veli olur muyum? Niye doğdum, niye öleceğim? Yaşamamı isteyen şey nedir? Ben neden dünyaya ait iken kendime ait değilim? Dünya olmasa nerede olurdum? Dünyanın sonunu getirince kendi sonumuzu da mı getirmiş oluruz? Eğer öyleyse kendimizle uğraşmamız gerekirken neden dünya ile uğraşıyoruz?”
Üçüncü mektup: “Gerçekten gerçek nedir? Topluca aynı şey söyleniyor diye onu gerçek olarak kabul etmeli miyim?”
Dördüncü mektup: “Bu beden eskidi doktor. İğne vurulan yerlerim çürüyor. Nasıl yenilenirim?”
Beşinci mektup: “Kendimi arıyorum diyorum. Bana neden diyorlar. Kendimi aradığım için bana delisin diyorlar. Sen zaten senin içinde diyorlar. Benim içimde bir kişi yok ki. Herkesin içinde bir kişi mi var? Ben de diyorum ki siz niye aramıyorsunuz kendinizi. Kendinize ihtiyaç duymuyor musunuz?”
Altıncı mektup: “Hayat zaten bir oyunsa rolümüzde belliyse maske takıp neden rolümüzü inkâr ediyoruz ya da başkasına benzemeye çalışıyoruz? Başka birinden rol çalmak daha kolay olduğu için mi?”
Yedinci mektup: “Ruhun erkeği, dişisi olur mu? Ben kendimi cinsiyetsiz hissediyorum. Ruhun cinsiyetini ölçen bir test var mı?”
Sekizinci mektup: “Ben her şeyden korkutuldum. Korkunun olmadığı bir yer var mı doktor? Güneşten, soğuktan, hastalıktan, erkeklerden, kadınlardan, gök gürültüsünden, hayvanlardan… Güneşe fazla verme kendini yakar, soğuğa çıkma hasta eder, erkekler canını yakar, kadınlar ondan daha beterini yapıp canını alırlar, yağmurlu günlerde gök gürültüsünde şemsiye açma şimşeği çekersin, hayvanlara dokunma mikrop kaparsın… Yaşamaktan o kadar korkutuldum ki… Ölüm daha az korkutucu geliyor.”
Dokuzuncu mektup: “Burada unutuldum. Unutmak sürekli mi olur ki ben hatırlanmıyorum. Terk edildim. Yalnızlık hezeyanları tutulacak nöbetler gibi şimdi. Tutuyorum sessizce ben de nöbetimi. Belki yeterince susarsam duymayı başarabilirim kendimi. Ben bana niye yetmiyorum? Yeni yalnızlık kapıları açıyorum, kalabalık sokaklardan kurtulmak için. Yalnızlıktan neden arınamıyorum? Gerçek bir arkadaşı nasıl bulurum? Arkadaşım olur musun doktor? Sen bari bana yüzünü çevirme”
Onuncu mektup: “Yüksek sesle gülme hafif derler, ağlama zayıf derler, çok konuşma geveze derler, az konuşma çekingen derler, bağırma deli derler, koşarsam zırdeli derler. Bunları söyleyen kim? Onu bir bulursam var ya bütün insanlık için kendimi feda edip cehenneme şutlayacağım onu doktor.”
On birinci mektup: “Çile doldurmak için başka bir yer bilmediğimden buradayım. Aklım ne zaman benim bulamayacağım yerlere kaçtı, bilmiyorum. Onu ne zamandan beri aradığımı da bilmiyorum. Bulursam ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim de yok zaten. Bırak dağınık kalsın doktor.”
On ikinci mektup: “Kalbimin bir kadından vurgun yediğini sanırken aklım vurgun yemiş de haberim yokmuş doktor. Deli divane demişler âşık için. Deliliğim raporlandı da divaneliğe daha var galiba. Beni sakın iyileştirme! Bırak da şizofren olarak kalayım bu dünyada. En azından ne olduğum belli.”
On üçüncü mektup: “Parkta dolaşırken baloncu yanımızdan geçiyordu. Anneme ısrar ederek ilk defa şu uçan kalpli, kırmızı folyo balonlardan aldırmayı başarmıştım. Kırmızı balon bir elimdeydi, diğer elimi de annem tutuyordu ve ben mutluydum. O şapkalı adam yanımızdan geçerken elindeki kesici bir şeyle balonuma dokundu. Ben balondan ses geldiğini hissettim, annem ne olduğunu anlamadı. Balonumun havası inmeye başlayınca o adamın patlattığını anladı. Annem, arkaya baktı ama onu göremedi. Bu dünyadaki canavarların küçük, mutlu bir kızın elinde uçan kırmızı bir balona bile tahammülü yok. Neden iyileşmek isteyeyim? Neden dışarıda olmak isteyeyim? Bana sağlam bir neden bulsan iyi olur doktor.”
On dördüncü mektup: “Ağaçların ne kadar sadık olduğunu düşünüyorum, hiçbir yere gitmiyorlar. Hiç küsmüyorlar. Ne kadar bonkörler, her yıl meyve veriyorlar. Siz beni taburcu ediyorsunuz ama yine anlayamadığım bir sebepten buraya geri dönüyorum. Taburcu olup gittiğim yerde duramıyorum, yine geliyorum bu odaya dostum olan ağacı izlemeye. Ağaçlara güvendiğim kadar kimseye güvenmediğimi düşünüyorum. Saatlerdir demirli camdan sadece o ağaca, rengine, şekline, hiçbiri birbirinin aynısı olmayan eşsiz yapraklarına bakıyorum ve ona hayran oluyorum, sizce ben deli miyim? Deliysem kime ne? Akıllıysan bana ne?”
On beşinci mektup: “İki farklı dünyada yaşıyorum: Biri içimdeki dünyam diğeri ise gerçek diye sunulan dünya. Bazen her ikisi arasında korkutucu yolculuklara çıktığım, kaybolduğum zamanlarda yaşam savaşını kaybediyormuşum gibi geliyor. Yolumu kaybediyorum, kendimi de… Puslu bir dünyada yok olmuş gibiyim. Pusula veya atlasım olsa yönümü bulur muyum? Bana pusula olur musun doktor?”
Melek’in mektubu:
“Deliliğin sınırının nerede başladığını bilen var mı? Doktor, deli olmanın ne demek olduğunu sormuyorum, sağlıklı bir aklın tarifini yap bana. Hayatın gidişatı şöyle mi olmalı:
Büyüdüm, âşık olmaya ve üremeye hazırım, hemen bir eş bulmalıyım, çalışmalıyım, sonra çocuk yapmalıyım… Çocuklarımın büyümesini beklerken yaşlanan, hayalleri yarım kalmış, geçim sıkıntısı içerisinde, çevresindeki talepkâr insanlar arasına sıkışıp kalan bir insan olmalıyım. Eşim ve kendi akrabalarım arasında sıkışmışlığım yetmezmiş gibi bir de çocuklarımın gelecekleri ve sağlık durumları hakkında sürekli endişelenmeliyim. Sonra kariyer için çırpınıp dururken her şeyin ağır gelmesiyle ev veya işten birini feda etmem gerektiğini, feda etmediğimde ise o beklediğim yardımın kendiliğinden asla gelmediğini, çünkü herkesin aynı dertlerle boğuşup durduğunu görmeliyim.
Aynı şeyleri yapıp dururken bir bakmışım yaşlanmış, kırışmış ve aynı zamanda şişmanlamış bir bedenle karşılaşmak mıdır sağlıklı olmak? Sıradan vatandaşın dünyasındaki sağlıklı akıl bu mudur? Aynı şeyin etrafında dönmek midir? Sonra çocuklarım büyüyecek, en kolay olanı onlar da yapacaklar, her şey için anne, babasını suçlayacaklar. Ve çocuklarım hayatını yönetemedikçe,
Tüm suçlu ailem… Bana gerekli imkânları vermediler, beni anlamadılar, dinlemediler, hayallerimi küçümsediler, ben onların dediği gibi değil, kendi bildiğim gibi olmak istedim, izin vermediler diye düşünecek içinden.
Ebeveynleri ile ilgili hiçbir şey bulamadıklarında ise neden beni dünyaya getirdiler diye onları suçlayacaklar. Her şeyi tamam olan çocuk da neden bu kadar fedakârlık ettin, neden bu kadar sevdin, neden bu kadar korudun. Çünkü dışarısı senin gibi, sizin gibi değil. Şimdi dışarıda savunmasızım. Sen bize iyiliği öğrettin de dışarıdaki hayat bizi hırpalıyor anne diyecek. Boğuşmaya gücüm yok. Neden beni o kadar rahat ettirdin, neden her istediğimi verdin? Şimdi kolaya alıştım, hiçbir amacım yok ve ayrıca çalışmak da istemiyorum diyecek. Sonra çocuklarım büyüyecek, aynı döngüye onlar da dahil olacak. Onların çoğaldıklarına, sonra hayatın içinde debelenip durduklarına, eşleri tarafından bir türlü -bütün insanlığın birbirini anlamadığı gibi- anlaşılmadıklarına şahit olacağım. Çocuklarım belirli bir olgunluğa geldiğinde içlerinden, kimse benim gibi değil diyecek. Sonra yine hepimiz için her şey çok anlamsız gelecek…
İşte dışarıda olanlar bunlar… Sağlıklı dediğiniz bunlar! Burada istediğim kadar bağırma özgürlüğüm var. Bana tuhaf bakan suçlayıcı bakışlar yok. Benimle bağı olan kimse yok. Hiç rahatsız edilmeden günlerce düşünme, okuma, gözümü bir noktaya dikip oturma sadece susma özgürlüğüm var. Aklıma geleni -kesintilere, törpülemeye, anlaşılabilir olmaya gerek duymadan- olduğu gibi söyleyebiliyorum… İstediğim kadar da doğal davranabiliyorum. Bunlar özgürlüğe denk gelen şeyler değil mi yoksa? Bana ne ad taktıkları ise kimin umurunda ki? Deli ya da Melek ne fark eder? İlaçlar da beni uçuruyor, daha ne isteyeyim ki? Bunlar dışarıdaki işlerden daha mı anlamsız?
Aşkı ne yaptın dediğini duyar gibiyim. O büyük hevesler yüklediğimiz aşka gelecek olursak… Aşk yapısı gereği üç yılı bulmaz biter, sonra her şey bir yarışa girer. Kimin sözü üste çıkacak, kim haklı çıkacak yarışına. Kim daha fazla sorumluluk alacak, kim kime daha fazla yük yükleyecek, kim daha fazla seviyor, kim kıskanıyor? Şüpheler, sorumluluklar, seks, yemek, fedakârlıklar, tahsilatlar, tahsil edilemeyenlerin öfkesi… Fedakâr olan hesap ödetecek, bir gün gelecek yaptıklarının karşılığını isteyecek. Tahsil edeceğini sanırken, üstüne darbe yediğinde anlamı parçalanacak, burada sadece ikili ilişkilerden bahsediyorum. Dışarıdaki insanın insana, doğaya ve hayvanlara yaptığı şiddetten bahsetmiyorum bile. Hafta içi bunları yaşadıktan sonra hafta sonu gelecek. Kendimle baş başa kalabildiğim o anda bir şeyler ters gidiyor diye düşüneceğim. Dünyanın bu hâlinde, bu işte, bu gidişatta bir yanlışlık var diyeceğim ama adını bir türlü koyamayacağım. Hayata sadece bunları yaşamış olmak için gelmiş olamam diye düşüneceğim. Bu kısa sorgulamadan sonra tükenmiş olarak yatağıma yatacağım. Tekrar pazartesi olacak ve ben o kısa sorgulama anı gelene kadar yine aynı şeyleri yapacak, kabullenilmiş bir döngünün içinde hayatıma devam edeceğim. İçinde bolca yemek yemek, üremek ve tüketmek olan gündelik yaşamın içinde sürüneceğim. Varlığımı anlamak için bu olmak yollarından geçmeliydim belki ama bunu anladıktan sonra devamında başka şeyler de olması gerekmez mi? Ben sadece bunlardan ibaret değilim. Bunları olmak için burada değilim. İçimdeki sezgilerimin sesi olduğunu düşündüğüm, artık güvenmeyi öğrendiğim o ses, bana bunları tekrarlayıp duruyor. Dahası var ve olmalı diyor. Birlik olmazsa karmaşa olur korkusuyla hepsi o birlik olmuş aklın uydurduğu kurallar. Bize öğretilen bilgilerde ve tekrar etmemiz istenen işlerde ya bir yanlışlık varsa… Sen burayı akıl hastanesi sanıyorsun demek. Akıl denen şeyin oluşturduğu kolektif bilinç, bu hastaneye sığdırılamayacak kadar büyümüş, çoğalmış haberin yok mu? O bilinç ki ısrarla kendini imha etme yolunda ilerliyor. Dünya bir akıl hastanesi olmuş. Olay sandığın kadar basit ve küçük değil. Dışarıdaki yaşam hakkında kaçırdığım başka bir şey var mı? Kalanını da sen tamamla doktor. Kuşkular dünyası doktor… Israrla soruyorum tüm bunların anlamı ne?”
Sorgu Seansı - Bul Beni
Kendini bulma yolculuğu ve hayatın anlamı üzerine…